Notice: _load_textdomain_just_in_time işlevi yanlış çağrıldı. td-cloud-library alan adı için çeviri yüklemesi çok erken tetiklendi. Bu genellikle eklenti veya temadaki bazı kodların çok erken çalıştığının bir göstergesidir. Çeviriler init eyleminde veya daha sonra yüklenmelidir. Ayrıntılı bilgi almak için lütfen WordPress hata ayıklama bölümüne bakın. (Bu ileti 6.7.0 sürümünde eklendi.) in /var/www/vhosts/agaoglulevent.com/httpdocs/wp-includes/functions.php on line 6121
Türk Düşünce Tarihi (3) nde Sacayağı: 2200 yılı aşan Kadim Misyon ve Vizyonlar - Levent AĞAOĞLU - Page 34
Ana Sayfa Blog Sayfa 34

Türk Düşünce Tarihi (3) nde Sacayağı: 2200 yılı aşan Kadim Misyon ve Vizyonlar

0

Tefekkür Medeniyetimiz

1- Misyoner/V​izyoner Mütefekkirler

2- Devletler, İmparatorluklar

3- Coğrafyalar, Havzalar

Ne kadar tefekkür

O kadar mütefekkir

Ne kadar mütefekkir

O kadar Devlet

O kadar İmparatorluk

O kadar Coğrafya

Hülasa; Güç tefekkürde; mütekamil ve mütefekkir olanda…

Özet

2200 yılı aşan kadim tarihimize uzandığımızda, alemlerin yıldızları gibi sonsuza kadar parlayacak olan on Muhteşem Mütefekkir; bizleri bugünlere taşımış ve 3000’li yıllarda da yolumuzu, yönlerimizi aydınlatacak olan; sönmeyen ufuklarımız, sancaklarımızdır.

1- Oğuz Kağan
2- Bilge Tonyukuk
3- Yusuf Has Hacip
4- İmam-ı Azam Ebu Hanife
5- Nizamülmülk
6- Fatih Sultan Mehmet Han
7- Yavuz Sultan Selim Han
8- Katip Çelebi
9- Evliya Çelebi
10- Mimar Sinan

Çağlar aşan Mütefekkirlerimiz;

  • Kurucu Misyonu ortaya koymuşlar;
  • Tarihten gelen hasımlarımız olan Çin ile İran’ı saf dışı etmişler,
  • Avrupa’yı sürekli baskı altında tutmuşlar,
  • İman ile Aklı meczedip, İslamiyetin en geniş mezhebini oluşturarak kalplerimizin aynı yönde attığı, gönüllerimizin birleştiği devasa bir coğrafyayı biraraya getirmişler,
  • Anayasalarımızı yazmışlar,
  • Devlet Nizamını kitaplaştırmışlar,
  • Denizler, Irmaklar aşmışlar ve Kıta’ları birleştirmişlerdir.

Tefekkür Medeniyetimizin hasımları ise gelinen noktada;

  • tercihlerini Hakimiyet(Hegemonya) yönünde yaparak, muasırrlık boyutunda kısırlaşmış, mütekamiliyet mertebesinden uzak kalmışlar;
  • ben merkezli bir Sinosentrik, Aryen, Avro anlayış ile dışlayıcı hüviyet geliştirmişler,
  • muhtarını bile seçemeyen köy demokrasisi merhalesine dahi henüz ulaşamamışlar (Çin),
  • dini bir sınıfın (mollalar) tasallutunda dini/askeri bir organizasyona dönüşmüşler (İran),
  • kendi birliklerini geliştirip büyütürlerken, dışlarına, çeperlerindeki ülkelere sürekli böl/yönet miyopluğu ile kaos ihraç etmişler
  • son on yılda Avrupa Birliği’ni Alman Hegemonyası’na dönüştürmüşler (Avrupa),
  • tarihten gelen Osmanlı karşıtı Avrupa-İran İttifakı’na Çin’i de ilave ederek, Türkiye’nin bölgesel gücünü hedef almışlardır.

Filozof’un Türkçe karşılığı BİLGE’dir.

  • Roma İmparatorluğu’ndaki “Filozof İmparatorlar” (Marcus Aurelius, Iulianus Apostat)’ın  karşılığı, medeniyetimizde Oğuz Kağan, Bilge Kağan ve “Flozof Papalar” (Gerbertus Aureliacensis, Silvester II, Petrus Hispanus II, Ioannes XXI, Enea Silvio Piccolomini, Pius II, Leo XIII)’ın karşılığı Bilge Tonyukuk, Gazali, Nizamülmülk, Yusuf Has Hacib, Kınalızade, Şeyh Edebali, Hacı Bektaşı Veli, Ahmet Cevdet Paşa’dır.

——————————————————————————————-

1- Oğuz Kağan, MÖ 234-174 

Vizyonuyla, Oğuz Türklerini Tuna boylarına ulaştıran, Akdeniz’i Türk gölüne dönüştüren Kurucu ATA’MIZ.

Misyon: “Daha deniz, daha müren (ırmaklar) / Güneş bayrak, gök kurikan (çadır)”

Üzerinde güneş batmayan, göğün altındaki her yer evimiz, vatanımız; DÜNYA DEVLETİ

Vizyon: Dünya Devleti, Oğuz Birliği, Töresi

Rakip: ÇİN

Oğuz Kağan Destanı

  • Oğuz Eli: Sağ Kol/SolKol
  • Sağ Kol: Bozok (Günhan, Ayhan, Yıldızhan)
  • Sol Kol: Üçok (Gökhan, Dağhan, Deniz Han)

 

Video: Oğuz Kağan Destanı

Video: Oğuz Kağan ve 24 Oğuz Boyu

2- Bilge Tonyukuk, 646-724 

Bilge Kağan’ın önerisine karşı geldi; Çinlileşmeyi önledi

Misyon: “Birlik olun, bir olun ki, dirliğiniz bozulmasın”

Vizyon: Tonyukuk Yazıtı

Rakip: ÇİN

Video: Tonyukuk Yazıtları
3- Yusuf Has Hacip, 1017 – 1077

İlk Anayasamız’ın Müellif Mütefekkiridir. 

Misyon: Kutadgu Bilig (Bilginin Kutsallığı)
Vizyon: Türk Devlet Felsefesi

Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür;
Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür.

İnsan sözünü diliyle söyler;
sözü iyi olursa yüzü parlar

Video: Asya’nın Kandilleri: Yusuf Has Hacib


4- İmam-ı Azam Ebu Hanife, 699 -767

Hanefi mezhebinin kurucusudur. Horasan Türklerindendir. Akıl ile İmanı meczetmiştir.

Kuzey İslam’ı (Hanefilik) çizgisi

  • Türkiye,
  • Balkanlar,
  • Türkistan (Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Afganistan),
  • Mısır (bazı bölgeler),
  • Ortadoğu’nun kuzeyi (Suriye, Irak, Ürdün),
  • Hindistan alt kıtası (Hindistan, Bangladeş ve Pakistan’da),
  • Çin’in Sincan Uygur eyaletinde,
  • Kafkaslar’da yaygınlaşmış, ortaya büyük bir harita çıkmıştır.

Maturidilik (844-944) ile inanç yönü derinleşmiştir.

Hanefi mezhebi dört Sünni mezhebin nüfus açısından en genişidir. Takipçileri tüm İslam aleminin yaklaşık %56’sını oluşturmaktadır.

Misyon: İman ve Akıl
Vizyon: Hanefilik

“Eğer bilmediklerim ayağımın altında olsaydı, başım, göğün en yüksek katına değerdi.”

5- Nizamülmülk, 1018 -1092

İkinci Anayasamız’ın Müellif Mütefekkiridir, Acemleşmeye mani olmuştur.

Misyon: Devletin Nizamı (Nizamül Mülk)
Vizyon: Siyasetname

Rakip: İRAN

“İlmin değeri de diğer mumların kendisinden ışık aldığı enerji kaynağına benzer.”


6- Fatih Sultan Mehmet Han, 1432-1481 

Doğu Roma’nın fethini tamamlamış dünya Başkenti İstanbul’un Fatihi, Evladı Fatihanların Evliyası..

Misyon: Daima!
Vizyon: KızılElma/Fatih Kanunnameleri

Rakip: ROMA/AVRUPA

  • Gökteki güneş nasıl tekse, dünyada da tek devlet, tek din olmalı. 
  • İmparatoruna söyle, benim kudretimin ulaştığı yere onların hayalleri bile ulaşamaz!

İstanbul’un fethi için hazırlıklar sürerken kendisini caydırmaya çalışan elçilere verdiği yanıt

  • Baykuştan pervâmız yok, biz şahinler sürüsüyüz.
  • Ayrılıp gitmem mümkün değildir. Ya ben şehri alırım ya da şehir ölü yahut diri beni alır. Eğer imparator ayrılıp gitmek isterse kendisine Mora’yı bırakırım, dostluk antlaşması yaparım, oradaki karındaşına başka bir sancağı veririm. Ama şehire barışla girmezsem, savaşla girersem o zaman onu ve bütün soylu, ileri gelenleri ölümle cezalandırırım, geri kalan halkı köle olarak askerlerime dağıtırım. Bana ıssız da kalsa şehir yeter.[2]
  • Ey Konstantiniye! Ya sen beni alırsın, ya ben seni alırım!

İstanbul’un fethi sırasında

  • İmkanın sınırını görmek için imkansızı denemek lazım. 

Gemilerin karadan yürütüleceğini söylerken

  • Sırrıma sakalımın bir tek telinin vakıf olduğunu bilsem, sakalımı kökünden keserim. 
  • İmkanın sınırını görmek için imkansızı denemek lazım. 

Gemilerin karadan yürütüleceğini söylerken

  • Ben dahi kabul ettim ki, Galatalıların ayinleri ve erkânları ne vechile olageldiyse, yine aynı üslûpla devam etsin.
  • Hey gâziler! Yürümek gerek. Niçin duralım?
  • Şeyhim Akşemseddin Hazretleri ile beraber yaptığım zikrin lezzetine dünyaları bile değişmem. Eğer şeyhim izin verseydi zikir yolunu tercih eder, saltanatı terk ederdim.
  • Ceneviz tüccarları serbestçe gezip ticaret yapabilirler. Yeniçeri ordusuna katılmak üzere, çocuklarını almayacağız. Dinimizi kabul etmeyenlere karşı aslâ cebir kullanmayacağız.
  • Bütün dünyaya ilan ediyorum ki, Bosnalı Fransiskenler himayem altındadır. Hiç kimse ne bu insanları nede onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen kullar, özgür ve güven içerisinde hayatlarını sürdürsünler. Ne saltanat eşrafından, ne vezirlerden, ne hizmetkarlardan, ne de Devlet-i Aliyye vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mülklerine ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin ve tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar başka diyarlardan devletime birisini getirirse onlarda aynı haklara sahiptir.
  • Ana, biz İslamiyetin kılıcını elimizde tutarız. Ancak bunca zahmet karşılığında gazi unvanını elde edemeden ölürsem Allah ve Peygamber’in katında yüzlerine nasıl bakarım?

Trabzon için bu kadar zahmet nedendir diyen Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’a verdiği cevap

  • Allah beni bu şehrin halkının dostu olarak bu zamana kadar sakladı. Biz bu şehrin düşmanlarını yendik ve onların vatanlarını aldık. Burayı Makedonyalılar, Teselyalılar ve Moralılar ele geçirmişlerdi. Bunların biz Asyalılara karşı kötü davranışlarının intikamını aradan birçok devir ve yıllar geçmesine rağmen onların torunlarından aldık.

Truva harabelerindeyken

  • Evet, padişah benim. Ancak siz yine de çiçekleri ona veriniz. Çünkü kendisi benim hocamdır.

İstanbul’un fethi sırasında orduyu çiçeklerle karşılayan Bizanslıların yanlışlıkla Akşemseddin‘e gitmeleri ve onun halka Fatih’i işaret etmesi üzerine.

  • Fakirlerin ve yetimlerin kursağından kesilen nimeti ne askerimize, ne ameleme yediririm. Biz has müminleriz, kursağımıza netameli nevale girmez.

(Bizans İmparatoru’nun, İstanbul’un Fethini engelleyemeyeceğini kestirdikten sonra Fethi geciktirmek için, Hisar inşaatında çalışanlara büyük kafilelerle erzak göndermesi üzerine cevaben)

  • İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, kim bu vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister ya da onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir. (Ayasofya Vakfiyesinden) 

       Kaynak: https://tr.wikiquote.org/wiki/II._Mehmed

7- Yavuz Sultan Selim Han, 1470 – 1520

İstanbul’un fethi ile Fatih, patrikhaneyi; Yavuz Sultan Selim ise kutsal toprakların, Şam, Kahire ve Kudüs’ün fethiyle Hilafeti Osmanlı’ya katarak, evrensel bir cihan devleti kurmuşlardır.

Misyon: AAA (Avrupa, Asya, Afrika). Üç Kıtada Devleti Ali.

Vizyon: Hilafet

Hilafet== Liderlik

Rakip: İRAN

Soru: Yavuz Sultan Selim neden DOĞU’ya

yönelmişti?

  • “Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hadimül-haremeyn (Mekke ve Medine’nin Hizmetçisi) diyin.”
  • Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş…
  • “Şâyet askerlerimin torbalarında, geçmiş olduğumuz yerlerden alınmış bir şey bulunsaydı, Mısır Seferi’nden vazgeçecektim!..” (Mısır Seferi’nde rûhunu saran bir endişe üzerine askerlerinin torbalarını, geçilen yerlerden koparılmış meyve var mı, yok mu diye hassâsiyetle aratmasına mukabil.)
  • “Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” (Mısır’ın Fethi’nden sonra, 10 Eylül 1517’de Kâhire’den İstanbul’a dönerken.)
  • “Ben pâdişâh olursam, İslâm birliği yolunda ciddiyetle yürüyeceğim; hattâ Mevlâ ruhsat verirse, Hind ve Tûran’a gideceğim ve doğuda da batıda da i’lâ-yı kelimetullâha çalışacağım. Zâlimlere, evlâdım olsa dahî merhamet etmeyeceğim. Zamanımda rahatlık olmayacak, ahâlîye tasallut edilmeyecektir. İşte benim hâlim!.. Biraderim ise, rahatı sever ve yumuşak bir tabîatı vardır. Eğer seferden korkmaz ve çileye tâlib olursanız, bana bey’at ediniz! Aksi halde sultanlık için kardeşim Şehzâde Ahmed’i tercîh ediniz ki, onun zamanında rahat ve safânızla meşgul olursunuz!..” (Tahta dâvet edilip İstanbul’a geldiğinde Yeniçeri Ocağı’nın ileri gelenleri ve devlet ricâline pâdişâh olmadan az önce yaptığı konuşmada hitaben.)
  • “Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?!. O Âlemler Sultanı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?” (Mısır Seferi’nde Sînâ Çölü’nü geçerler iken Sultan Selim’in atından inip yürümeye başlaması üzerine, askerî erkân, hayret ve dehşet içinde kalırlar. “Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?” diye fısıltılar başlar ve akabinde askerî erkân da, mecburen atlarından inip yürümeye başlar. Paşalar, Sultan Selim’in nedimi Hasan Can’a “Ne olur Hünkâr’a sor. Bu acep ne iştir?” derler. Hasan Can da, Sultan Selim’e merakla, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca Sultan Selim bu yanıtı verir.)
  • “Büyük evliyâullâhın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması -velev cihan pâdişâhı da olsa- uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle mâneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtâcız. Şâyet huzûrunda konuşmam gerekseydi, bunu belli ederler ve söz etmemi te’mîn ederlerdi.” (Şam’da yetişen tanınmış velîlerden Muhammed Bedahşî’yi ziyâretinde hiç konuşmamış, sadece dinlemiş ve sonra da huzûrundan öylece ayrılmıştı. Beraberinde bulunan devlet ricâli, Sultan Selim’in bu hâline şaşırarak ona: “Sultanım! Sadece dinlediniz. Ne hikmettir ki, bir kelâm bile sarf etmediniz.” derler. Sultan Selim onlara bu yanıtı verir.)
  • Sanma şâhım / herkesi sen / sadıkâne / yâr olur
    Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyâr olur
    Sadıkâne / belki ol / bu âlemde / dildâr olur
    Yâr olur / ağyâr olur / dildâr olur / serdâr olur. (Kendisine hakaret içeren şiirler gönderen Safevi hükümdarı Şah İsmail’e yazdığı şiir. Bu şiir soldan sağa ve yukarıdan aşağıya okunduğunda aynı dizeleri verir. Dünyada benzeri yoktur.).

Kaynak https://tr.wikiquote.org/wiki/I._Selim

8– MİMAR SİNAN, 1489-1588 

Dünyanın en büyük yapı sanatçılarından.

Mimar Sinan 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır.

Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesindedir.

«  “Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbula dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım ” » (Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye[15])

9- KATİP ÇELEBİ, 1609-1657 

İlk Garbiyatçı.

Bunlara karşın uzun süreden beri hakkında tartışmaların yapıldığı Kâtip Çelebi iki alanda üzerinde yeterince durulmadığı anlaşılmaktadır. Bunların ilki metodolojinin ve kaynakları, diğeri ise Avrupalı bir çağdaşı ile mukayesesidir.

Kâtip Çelebi’nin döneminde ve sonrasında skolastisizmin kullanımı devam ederken Avrupa’daki metodolojik devrim belki de Kâtip Çelebi ile sınırlı kalmış olmalıdır. Zaten, Kâtip Çelebi’yi de pek çok kişi için özgün kılan durum, onun bu metodolojik farklılığıdır.

Avrupa’daki kutsal metinlere sıradan kimselerin doğrudan teması meselesiyle başlayan Rönesansın aslında bir metod değişikliği olduğunu anlamak gerekir.

Avrupa’daki skolastik metodun Reform ile değişime tabi tutulması genel kabullerin değil ama gözlem sonucunda elde edilen bilginin önünü açmıştır.

Bu husus, Kâtip Çelebi üzerinden siyasi olmaksızın tartışılmamıştır. Kâtip Çelebi’nin mukayese edilmesi gereken diğer alan ise ilgili dönemde gelişen bibliyografist akımdır.

Seferler esnasında gördüğü ve künyelerini kaydettiği eserlerle neredeyse doğunun tüm yazmalarını listelemiştir.

  • Diyarbakır
  • Erzurum
  • Hamedan
  • Bağdat
  • Halep

Enteresan bir biçimde aynı zaman diliminde benzer bir bibliyografyayı Edward Bernard adında bir astronomi profesörü hazırlamıştır. Her ikisinin de bu türlü çalışmaları hem ilgi çekici hem de eş zamanlılığı bakımlarından önemlidir.

Avrupa’daki merak zamanla gelişerek ilk ansiklopedi ve ansiklopedistlerin ortaya çıkmasına yol açmış olmalıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise benzerleri bir dönem sonrasında ortaya çıkmıştır.

“Diyorum ki felsefe ve hikmet ilimleri, İslam’ın fethinden sonra, Osmanlı Devletinin orta devrelerine kadar Anadolu’da da faydalı oldu. Bu asırlarda kişinin şerefi, aklî ve naklî ilimlerde elde ettiği bilgiler ve bu sahadaki tahsilinin miktarı ile orantılı idi. Bu asırda hikmet ve şeriatı birleştiren allâme Şemseddin Fenan, Fazıl Kadızâde Rumî, allâme Hocazâde, allâme Ali Kuşçu, Fazıl Ibn Müeyyed, Mirim Çelebi, allâme Ibn Kemal ve Fazıl Kınalızâde gibi derin (fuhûl) âlimler vardı. Kemahzâde bunların sonuncusudur. Gerileme devri başlayınca, bazı müftülerin, felsefeyi tedristen kaldırıp, onun yerine Hidaye ve Ekmel derslerini koymaları sebebi ile ilimlerin rüzgarı durdu. İlimler bütünüyle yok oldu.”

“Aklî ve hikmet ilimlerinden bî behre olan, diğer ilimlere tamamıyla vakıf olamaz” 

“…Bundan sonra halk arasında şayi olan inkarın aslına gelelim. Sadr-ı Islâmda Sahâbe-i Kiram Hz. Peygamber (S.A.V.)’den ahz ve rivayet ettikleri kitap ve sünnete teşebbüs edip, kavaid-i Islâmiye rusuh ve istihkâm bulmadan gayri ilimlerle meşgul olmayı tecviz etmediler. Onlann vyasaklanması hususunda da şiddet gösterdiler. (…) Zira böyle olmasa halk, Kitabullah ve Sünnet-i Resulillahî hıfzdan kalıp, diğerleri ile meşgul olurlardı. Ve kavid-i Islâmiye bu mertebe rusuh ve istihkâm bulmazdı. Sadr-ı evvelde onlar ol maslahatı gördüler. Sadr-ı sanide ve saliste tabiîn edille-i şeriyyeden ahkam-ı îlâhiyeyi istimbat edüp yazdılar ve çizdiler.”

10- EVLİYA ÇELEBİ, 1611-1682 

Seyyah;17. yüzyılın önde gelen gezginlerindendir. Kırk yılı aşkın süreyle Osmanlı topraklarını gezmiş ve gördüklerini Seyahatnâme adlı eserinde toplamıştır.

“Seyahat ya Resulallah”

By Bilge Tonyukuk Enstitüsü zaman: Ağustos 25, 2015

Tefekkür Medeniyetimiz – 6 : Diller

0

İÇİNDEKİLER 

ÖZET

  1. DEVLETLER VE DİLLER
  2. TÜRKÇE, BİR RÜYANIN GERÇEK OLMASIDIR.
  3. YABANCI DİL VE EĞİTİMİ
  4. FİLOLOJİ
  5. DOĞU DİLLERİ – BATI DİLLERİ
  6. TÜRKİSTAN’IN DİLLERİ
  7. İLBER ORTAYLI’dan – FİLOLOJİ

ÖZET

Türkler’in en zengin kültür hazinesi dilleridir. 3000 yıllık siyasi tarihleri boyunca Türkler diller, devletler ve dinler konusunda son derece zengin bir birikime sahip olmuşlardır.

Taş yazıtlar, el yazmaları bu zengin dilimizin hazineleridir.

Türk dili ve düşüncesi, 700-1200 yılları arasında tefekkür açısından dünyanın en açık bölgesi olan Türkistan coğrafyasında, mayalanmış, kadim yabancı diller ( Farsça, Arapça, Çince, Hintçe) ile etkileşerek, dünyanın en zengin bir dili haline gelmiştir. İnternet Düşünürü Nicholas Negroponte’nin bu konudaki tespitleri kayda değerdir.
   

Türkistanlıları, Çinlilerden ve Araplardan ayıran en önemli nokta, birden fazla dil bilmeleriydi. İnsanı şaşkına çevirecek sayıda farklı dilin ve alfabenin bulunduğu bir ortamda yaşamayı olağan kabul ediyorlar ve hangisine gereksinimleri varsa o konuda uzmanlaşmayı başarıyorlardı.

Yeni bir din taşıyan Arap orduları gelince, bazı görevlilerin ve entellektüellerin neler sunduğunu görmek için Arapların garip dilini öğrenmeleri son derece doğaldı. Ardından klasik Yunancadan tercüme edilmiş yazılarla tüccarlar gelmeye başladılar.

Çoğunlukla Hrıstiyan Arapların tercümeleri Orta Asya’daki bilim ve felsefeye yeni fikirler getiren çalışmaları oluşturdu. Zaman içinde halk bu konularda uzmanlaşacak ve eski Yunan akıl hocalarından daha ileriye gideceklerdi.

Türkistan coğrafyasından, Akdeniz/Beşdeniz coğrafyasına (Anadolu, Rumeli, Mezopotamya, Nilboyları, Afrika) sıçrayan Türk tefekkürü/düşüncesi; Türkistan’daki dinamizmini bu bölgelerde tekrar edememiş ve Türkler fethettikleri toprakları koruma güdüsü neticesinde, düşünce , yabancı diller ve yabancı kültürler konusundaki ilgilerini kaybetmişlerdir.

Bu ilgisizlik ve dışa kapalılık halen devam etmektedir.

75 ülke topraklarında hakimiyet sağlayan Türkler, bu ülkelerin dilleri ile ilgili de zengin bir birikime sahip olmuşlardır. Fakat bu zenginlik atıl durumdadır; kullanılamamaktadır.

Türkistan topraklarındaki altın dönemde yazılan Türkçe’nin ilk sözlüğü Divan-ı Lügat it Türk, Arap alfabesi ile yazılmıştı. 1928 alfabe değişiminden sonra da bu sözlüğü okuyamaz olduk.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde Türkler üzerine konulan ipotekler, Türklerin dış kültürlere olan ilgilerini hedef almış ve ayrıca, binlerce yıldır kullanılan ve zenginleşen alfabenin, yazı dilinin terkedilmesi, kelime hazinesini de fakirleştirmiştir.

Böylece hem içeride hem de dışarıda kıskaça alınan kültürümüz; dilimizi de kısırlaştırmıştır.

Türkler bulundukları coğrafyalardaki dilleri baskı altına almamışlar fakat alıntı ve verinti zenginliğini önemsemişlerdir.

Hedefimiz; filolojik ilgiyi çoğaltarak, yabancı ülkeler ve kültürlere turistik bakışların haricindeki, tefekkür ve düşünce ile yönelerek, Batı’nın gerçek üstünlüğü olan FİLOLOJİ ve FELSEFE’de derinleşmektir.

Hazindir ki sözkonusu üstünlükler, Medeniyetimiz’in özünde yer almasına ve Medeniyetimiz bir Tefekkür Medeniyeti olmasına rağmen, diller ve düşünceler konusundaki üzerimizden atamadığımız kısırlık ve kısıtlılıklar; bizleri küçük dünyalara mahkum etmiş ve özümüzdeki Oğuz Kağan misyonunun, denizler ve ırmaklarından yoksun bırakmıştır.

1. DEVLETLER VE DİLLER 

Türklerin kurdukları devletler 75 ülke topraklarında egemenlik sağlamıştır.

72 millet efsanesinin gerçeği budur işte.

Bu ülkelerde konuşulan dillerde ise;

  1. Arapça; 16 ülke
  2. Slavca;13 ülke
  3. Afrika Dilleri; 10 ülke
  4. Türkçe; 7 ülke
  5. Farsça; 3 ülke
  6. Almanca; 3 ülke
  7. Arnavutça: 2 ülke
  8. Romence: 2 ülke
  9. Rumca: 2 ülke
  10. Hintçe/Urduca: 2 ülke

60 ülkede 10 dil/dil grupları ağırlık kazanmıştır.

    Dil     Ülke Sayısı   

  • Arapça 16
  • Slavca 13
  • Afrika Dilleri 10
  • Türkçe 7
  • Farsça 3
  • Almanca 3
  • Arnavutça 2
  • Romence 2
  • Rumca 2
  • Hintçe 2
  • Butan dili 1
  • Nepali 1
  • Musevice 1
  • Gürcüce 1
  • Nepalce 1
  • Bengalce 1
  • Macarca 1
  • Moğolca 1
  • Çince            1
  • Ermenice 1
  • Danimarkaca 1
  • Estonca 1
  • Litvanca 1
  • Letonca 1

Toplam 75 Dil

Enteresan olan husus, egemenlik sağlamadığımız ülkeler dillerinden İngilizce, Fransızca ve İtalyanca dillerinin Türkçe  üzerinde kurdukları etkinliktir.

2. TÜRKÇE… BİR RÜYANIN GERÇEK OLMASIDIR.

“Türkçe, sentez oluşturmak için kolay bir dildir. Hiçbir sessiz harf ya da kafa karıştırıcı ikili ünlüler yoktur. Her harfi telaffuz edilmektedir.  Bu nedenle, dünya düzeyinde, Türkçe, bilgisayar konuşma sentezleyicisi için bir rüyanın gerçek olması durumudur.” (Being Digital, 1995 Nicholas Negroponte, Londra,)

“Turkish is very simple to synthesize. You pronounce each letter: no silent letters or confusing diphthongs. Therefore, at the world level, Turkish is a dream come true for a computer speech synthesizer.” (Being Digital, Nicholas Negroponte, London, 1995) 

“Türkçe  dili iyi fonetiği olan sayılı dillerden biri ama inovatif kullanamıyorsunuz. İnovasyon kültürü gelişmemiş.”

“Türkiye’nin inovasyonla ilgili yaptığı başarılardan örnek verebilir miyim bilmiyorum. Türkçe’nin yapısı gereği, dili gereği en azından konuşma anlamında çok etkin ve fanatik bir dile sahip. Bu ne demek? Yani kelimeleri olduğu gibi okuyan ve seslendiren bir dil. Umardım ki, dilin bu yapısı konuşma-tanıma anlamında, fikir üretme anlamında domine etsin, mesela konuşma teknolojisinde. Sadece bir fikir.”

Negroponte’nin ipuçlarını değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin inovasyon açısından kuvvetli yönlerinden birisinin de dilimiz Türkçe olduğunu söyleyebiliriz.


  1. YABANCI DİL VE EĞİTİMİ

BİR YABANCI, PEK KİMSENİN SÖYLEMEDİĞİ BİR GERÇEĞİ ŞÖYLE DİLE GETİRMİŞTİ:

Biz normal bir ticari, siyasi ya da diplomatik müzakerede sizin anlayacağınız kadar basit bir dille konuşuruz. Sizin dilinizde yaklaşık yüzbin, bizimkinde ise beşyüzbin sözcük ve kavram var. Dolayısıyla bizim, sizin gibi konuşmamız mümkündür. Ama siz bizim gibi konuşamazsınız, .Çünkü dilinizde olmayan kavramları kullanmanız imkansızdır. Müzakere bizim çıkarlarımızın tehlikeye düşeceği bir noktaya gelirse biz öyle bir dil kullanmaya başlarız ki siz anlayamazsınız, ama anlamadığınızı da söyleyemezsiniz. İşte bizim size karşı en büyük üstünlüğümüz dilimizdir..”

Bir Batılı kamu görevlisi, uzun süreli görev için gittiği ülkenin dilini gayet süratle öğrenebilmektedir.

Biz ise yıllarca yabancı dil eğitimi yaptırdığımız çocuklarımıza bunu öğretemiyoruz. O halde bu işte bir yanlışlık vardır.

Uluslararası müzakerelerde kırık dökük yabancı diliyle hamaset yapan insanlar yerine diline hakim insanlar yetiştirmek, bugün için bir teknik sorundur ve teknik eğitim veren üniversitelerimizde böylesi bölümlerin açılması büyük imkanlar gerektirmemektedir.” http://tinaztitiz.com/

  • 135 Türk Diplomat ve Arapça:

“Arap dünyasında çalışan 135 Türk diplomattan sadece 6 sı Arapça konuşuyor. Yani ; İngiltere’nin, sadece Trablus Büyükelçiliğinde Arapça bilen diplomat sayısı kadar…” Stratejist Ömer Özkaya

  1. FİLOLOJİ

    Batı’nın gerçek üstünlüğü 2F:

    – FİLOLOJİ
    – FİLOSOFİ

    Prof İlber Ortaylı, bilhassa FİLOLOJİ konusunda ciddi bir literatür oluşturmuştur.

  1. DOĞU DİLLERİ – BATI DİLLERİ

    Soru: Kronolojik olarak sıraladığımız Dilimizle alışverişi olan 10 Dili ne kadar biliyoruz?

    Doğu Dilleri

  1. Çince
  2. Farsça
  3. Arapça
  4. Rumca
  5. Ermenice

Batı Dilleri

  1. İtalyanca
  2. Fransızca
  3. İngilizce
  4. Almanca
  5. Slavca/Rusça vd.
  1. TÜRKİSTAN’ın Dilleri: 

Dünyanın başka herhangi bir yerinde entellektüel açıdan böylesine açık bir bölgenin bulunduğunu hayal etmek bile zordur.

Orta Asyalıları, Çinlilerden ve Araplardan ayıran en önemli nokta, birden fazla dil bilmeleriydi. İnsanı şaşkına çevirecek sayıda farklı dilin ve alfabenin bulunduğu bir ortamda yaşamayı olağan kabul ediyorlar ve hangisine gereksinimleri varsa o konuda uzmanlaşmayı başarıyorlardı.

Yeni bir din taşıyan Arap orduları gelince, bazı görevlilerin ve entellektüellerin neler sunduğunu görmek için Arapların garip dilini öğrenmeleri son derece doğaldı. Ardından klasik Yunancadan tercüme edilmiş yazılarla tüccarlar gelmeye başladılar.

Çoğunlukla Hrıstiyan Arapların tercümeleri Orta Asya’daki bilim ve felsefeye yeni fikirler getiren çalışmaları oluşturdu. Zaman içinde halk bu konularda uzmanlaşacak ve eski Yunan akıl hocalarından daha ileriye gideceklerdi.

http://archive.wilsonquarterly.com/sites/default/files/articles/WQ_VOL33_SU_2009_ARTICLE_03.pdf

  1. İlber Ortaylı’dan:
  • Batı medeniyetin diğer ayırt edici vasfı filolojidir. Ciddi bir filoloji bilgisine sahiptirler. 
  • Aslında eski dilleri öğrenmek tarihte sırf Avrupalılara has bir şey değildi. Mesela Kalde Krallığında, Babilonya’da Sümer metinleri saklanırdı, çok ayrı bir dil olmasına rağmen Hititler Sümer metinleri okuyabilirdi.
  • Yine Güneydoğu’daki birtakım prensliklerin arşivleri kazılıyor; oradan da Hitit metinleri değil, Sümer metinleri çıkıyor. Sümer dili, tamamıyla ayrı bir dil, Sami dillerden biri bile değil ama o dönem insanı Gılgameş’i okuyormuş.
  • Ya da İslam Orta Çağı’nda büyük İslam âlimlerinin çoğu İbranice ve Aramice bilirdi. Mesela ünlü hadis âlimi Buhari, İbranice bilirdi ki İsrailiyat’ı bu sayede tefrik edebilirdi.
  • Yine de tam manasıyla filoloji yapanlar, Batılılardır. Bunun çok uç örnekleri vardır. XVII. asırda 14 yaşında iki Fransız çocuk, hayatta Türkiye’ye gelmemelerine rağmen Türkçe öğreniyorlar.
  • Gene XIV. Louis devrinin bilim adamlarından biri, Çin metinlerini okuyup içinden Türklerle ilgili bölümleri çıkarıyor. Bir Fransız, Sinoloji çalışıyor, Türklerle ilgili bölümleri ayırıyor; bizse onun yaptığı neşriyatı Hüseyin Cahit tercümesi sayesinde öğreniyoruz. Tarihî komşumuzun bizim hakkımızda yazdıklarını tetkik etmek çabamız yok.
  • Gene mesela Arabika, Perzika diye Hafız’ı, Sadi’yi tercüme ediyorlar. Hatta “Friedrich Ruckert” İran şairlerini çevirmekle de kalmıyor, Almancada aruz vezni kullanarak çeviriyor.
  • Oysa Doğu’da hiç kimsenin oturup Titus Livius’u, Vergilius’u, Homeros’u vs çevirdiği yok. Ta ki Tanzimat dönemi geliyor, Fransızca üzerinden tercüme ediliyor bu metinler.
  • Türkiye’de filolojik yanı şiddetle tamamlamak lazımdır, ama bunlar yok diye tarih yapılamaz da değildir. Hiç kaçarı yok, yüklü bir filolojik malumatınız olacak ve okuyacaksınız.
  • Osmanlı’nın kuruluşuna geri dönelim. Yan dallar var mı? Var; Bizans kronikleri var. Onlar epeyce etüt edilmiş vaziyette. Başka yan dallar var mı ya da neler olabilir? Varsa İlhanlılar devri eserleri ve tabii Cenova, Venezia gibi İtalyan devletlerinin kayıtları. Osmanlı tarihi bakımından bunların hiçbiri doğru dürüst araştırılmış değil. Vatikan devlet arşivleri (“Stato, Statale” diyor çünkü Papalığın arşivleri), dünyanın en eski düzenli arşivleridir ve 1135’ten itibaren düzenli raporları vardır. Ondan evvelki bilgiler fragmanlardır.
  • Hiçbir Türk tarihçisi o devrin Latincesini öğrenip de gidip o arşivleri okuyup araştırmış değil.
  • Türklerin Dede Korkut Destanı’nın en iyi versiyonu bile İtalya’da Vatikan kütüphanelerinde bulundu.
  • Bunlar, maalesef filolojik bakımdan donanımsız, boş konuşmayı seven bir memleketin tarih yazımının hazin görüntüsüdür. 
  • Osmanlı İmparatorluğu’nu aşağı yukarı 150’nci yahut 140’ıncı kuruluş yıldönümüne kadar vesikalardan etüt etmekten aciziz. En eski tahrir defterimiz ve en eski kadı sicilleri de gene 15’inci asrın 2’nci yarısına ait.
  • Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye’ye değil, Arnavutluk’a ait, yani Fatih Sultan Mehmet devrine. Bunu Halil Hoca neşretmiştir, Halil Hoca’nın Arnavutluk’un milli tarihine yaptığı katkı eşsizdir.
  • Neticede kendi kaynaklarınız bu kadar, yabancı kaynakların hiçbirini de doğru dürüst etüt etmiş değiliz. Buna maalesef yabancı kolleglerimiz de dâhil. Birkaç meslektaşımız var gerçi; ama bunlar maalesef o eski, kuvvetli ananenin sahibi olacak kişiler değil. Artık ne eski Menage var, ne eski Hammer var, hatta onları bırakın, ne bizim Richard Croitel var, ne de Fransa’nın eski tarihçileri Cloth Kohen gibi adamlar var. Yeni bir nesil yetişti, bunlar belki yapacak çok şey bulamıyorlar, belki de tıkandılar. Zamanımızın Avrupa münevveri de maalesef iyi yetişmiyor.
  • Batı medeniyetinin evvelki Akdeniz medeniyetlerinden üstün sadece iki unsuru var; musiki ve filoloji. Batı’nın hakikaten üstün tarafları bu ikisidir. Batı filolojiyi üniversal bir bilim olarak kavramıştır. Cumhuriyet zihniyen ve dünyayı kavrayış yöntemi, bunun üzerinde duruyor. Tarih, coğrafya, musiki… Yeni bir zihniyet değişimi “ben böyle başarırım” diyor.
  • Avrupa’nın yeryüzüne önemli bir katkısı daha vardır; zamanları ve mekanları kontrol etmesini sağlayan filoloji, yani dilbilim… Cizvit rahiplerinin daha ortaçağın sonunda uzak Çin’e ve Japonya’ya uzanmasını sağlayan dil bilgileriydi. Benedicten manastırlarının bazıları filoloji fakültesi gibidir. 
  • Avrupa, Asya ve Afrika’yı açan araştırmalar, tarihin karanlıklarını aydınlatan keşifler; Mısır hiyerogliflerini, Mezopotamya ve Küçük Asya’nın çivi yazılı zenginliklerini bize ulaştıran bilginler Batı medeniyetinin tipik temsilcileridir.
  • Batı bu alandaki teknik üstünlüğü, bilgi birikimi ve onun getirdiği muhakeme gücüyle yaşıyor. Arapları ayaklandıran Arabistanlı Lawrence sadece Şark dilleri ve İslam’da değil, klasik filolojide de ustaydı. İngilizler onun “İlyada” ve “Odiseus” çevirilerine başvuruyor hâlâ. Büyük şarkiyatçıların hepsi Yunanca ve Latinceye vakıftı. Karl Marx hukukçuydu ama eski Yunancayı iyi bilirdi, Latince şiir bile yazardı. 
  • “Osmanlı İmparatorluğu Batılılığa teorik planda hazırlanmamıştır.” Batı demek, musiki, edebiyat, felsefe, bilim demektir. Ama bunlar Batı medeniyetinin üstünlüğü anlamına gelmiyor. Bunlar Doğu’da da var, dert o değil.
  • Bu hazırlanamamışlık hali aslında doğrudan doğruya 2.Viyana’dan sonra Türklerin askeri teknik gerilemesinden ileri geliyor. O dönemde, hayatta kalabilmek için derhal, hiç vakit kaybetmeden askeri mühendisliğe, tıbbiyeye, baytarlığa ve eczacılığa yöneliyorlar. Bu da tabii Fransızca okumayı, Fransızca çeviri yapmayı gerektiriyor ve iş çözülüyor. 
  • Herhalde Türkün en son baktığı Batı medeniyeti kompartımanı edebiyat ve felsefedir. Musiki ile de hala cebelleşiyoruz zaten. Türkler hala musiki bilgisi ve zevki oturmamış bir toplum. Bu arada bir Tanzimat dönemi var, müzisyen padişahlarımız var. Sonra Kemalist dönem var, konservatuarlarımız var, ama hala musiki bilgisi oturmuş değil.
  • Batıyı üstün kılan 1,5’uncu unsur ise filolojidir. Tarihin bütün medeniyetleri gramer ve lisaniyatla uğraşmışlardır. Ama bunların hiçbiri dillerin öğrenilmesi, incelenmesi, tarihi evrimlerinin kaydedilmesinde son dört asrın Avrupalıları düzeyine çıkamamışlardır. 
  • Pazar günü sonuçları açıklanan üniversite giriş sınavları, içinde bulunduğumuz feci çıkmazı bir kere daha yüzümüze çarptı. Bence üzerinde durulacak facia yüzde 50’ye varan adayın matematik ve fen alanındaki korkunç başarısızlığı değildir. Zira bu dallarda, azınlık miktardaki öğrencilerin her zamanki gibi dünya ölçülerinde başarılı olduğu gözlemleniyor. Türkiye bu dalda çıkmazda değildir.
  • Etimolojik sözlük bile hazırlayamadık. İşin esası; bu alandaki çıkmazın nedeni dahi ölçü ve işlek mantık noksanıdır. Türkiye maalesef ortaçağ İslam dünyasındaki filolojik mahareti, hele hele Batı Avrupa’nın Rönesans’tan itibaren edindiği yüksek filolojik kültür birikimi ve beceriyi yakalayamamıştır ve yakalayamamaktadır. Oysa diğer bilim ve sanatların dahi bu daldaki mükemmellik ölçüsünde gelişip yerine oturacağı açıktır. 
  • Esasen bu özellik Türkiye tarihine özgü değildir. Eski Yunan – Roma felsefesini, tıb, matematik, astronomi ve coğrafya dalında ele alan, hatta daha da geliştiren İslam ortaçağında; Yunanlı tarihçiler, şairler, tragedya ve epope yazarlarının ciddi olarak çevirilip okunduğuna dair emmare yoktur. 19. yüzyıl Türkiyesi de bu konuda verimsiz olmuştur denebilir. Vakıa Yunan esatiri (mitoloji) ve edebiyat tarihi üzerine yapılan bazı – basit çevirilerin ve kompilasyonun ortaya konduğu gerçektir; ancak 19. yüzyılın Türkiyesi’nin klasik araştırmalarla filolojik yönden ilmi bir başlangıç yaptığını söylemek güçtür. 
  • Buna karşılık temelleri 18. yüzyılın ortasında Johann Joachim Winckelmann (1717-1768) tarafından atılan klasik arkeoloji ve modern sanat tarihi Osmanlı Türkiyesi’ne aşağı yukarı 150 yıllık bir gecikmeyle, ama hem bir bilgi dalı olarak, hem de müesseseleşerek gelmiştir.
  • Aslında Türkiye’de Yunan-Roma kaynaklarına yönelmek bazı Batıcı veya aksine muhafazakar Doğucu çevrelerin yorumladığı gibi, medeniyet çevresini değiştirmek değildir. Eski Akdeniz bir bütündür. S.D. Goitein’in ileri sürdüğü gibi Ortaçağ İslam dünyası Yunan-Roma dil ve düşüncesine ve yöntemine bir ölçüde Roma’dan sadıktır. (O Tacitus’un Yahudiler hakkındaki bilgisizce yazılarını zikreder ve İslam alimi Şahrastani’nin Kitab’ul Milel ve’n Nihal’de geçmişin kavimlerini ne kadar titizce araştırıp betimlediği üzerinde durur.) Gerçekten de bir Garb Şark ikilemi ve Hıristiyan- İslam dünyası gerilimi Hıristiyan Batı’yı aktaran ve benimseyen doğuluların pek peşin hükümle ve bilgisizce kabul ettikleri bir ayrım ve kutuplaşmadır.
  • Batı, Rönesanstan sonraki Batı bununla ortaya çıkmış değildir. Rönesans’tan itibaren bizim bildiğimiz Batı, yeni fikirlerin, tenkitçi düşüncenin, tarih şuurunun ortaya çıktığı bir alemdir ve tarihe şuurla bakan Batı’nın insanı, bunu aslında büyük ölçüde klasik filolojiyle yapmıştır. Yani bu akımın ve yöntemin bir denizin içinde bulunmakla alakası yoktur, hatta denizi dışardan tetkik etmekle, denizi gözlemlemekle bu iş başlamıştır.
  • Onun için ki biz hümanist düşünce dediğimiz zaman, kendisinden evvel okuyan, yazan herkes Latince bilmesine rağmen Petrarca’yı işin başına koyuyoruz; çünkü Petrarca, Romalıların, yani eski Roma şiirini yaratan o parlak dili, edebiyatı yaratan insanların nasıl adamlar olduğunu bizatihi, o metinleri tetkik etmekle, incelemekle işe başlamıştır ve bu yöntem ta en parlak temsilcilerine kadar, 19. yy.’da Theodor Mommsen’lere kadar ilerlemiştir.
  • Aslında metinleri incelemek, metinlere eleştirel gözle bakmak ve bir tarih şuurunu bu yolla elde etmek; rivayetlere değil de, ana kaynaklara dayanarak zaman içinde değişen insanı veya zaman içinde değişmeyen insanı tetkike yönelmek; bildiğimiz gibi 8.,9. yüzyılın Araplarında, ve daha doğru deyişle İslam dünyası diye bilinen Ortadoğu dünyasında da vardır.
  • Bu özellik kaybolduğu an, tercümeden ve metin incelemesinden vazgeçildiği an, ilk önce tarih şuuru ve tarih tetkiki, ardından da toplumu değerlendirme dumura uğramaktadır. 15. yüzyıldan sonra 16. ve 17. yüzyılın Osmanlı toplumu bir anlamda artık tarihçi bir toplum değildir. Osmanlı aslında bizim kendi kaynağımız dediğimiz Arap-Fars edebiyatına bile yoğunlukla ve doğru gözlemle 18., 19. asrın modernleşmesi içinde eğilmeye başlamaktadır. İranlılar için bu daha da hazindir, çünkü Türklerin yaptığı Hafız şerhlerinin kalabalığına rağmen, İran’da böyle bir şey yoktur. 
  • Osmanlı toplumunda bu tarih şuuru noksanlığı Müslümanlar kadar, gayrimüslimler açısından da mesela Museviler için de söz konusudur. Yahudi
  • 17. yüzyılın hepimizin tanıdığı Katip Çelebi’si “İrşad’ül Hayara ila Tarih-ül Yunan Rum ve Nasara”, yani “Yunan- Roma ve Hıristiyan Tarihleri Üzerine Hayırlı İrşadlar, Uyarılar” adlı bir risalesinde Yunan, Roma medeniyetinden bazı özgün terimleri ve tabirleriyle bahsetmektedir. Mesela; “onların istanos politikos dedikleri siyaset-i medeniye’dir” diye başlar ve Aristoteles’in hepimize malum, devr-i daiminden bahseder. Monarşiler aristokrasiler, demokrasiler ve Hıristiyanlık’tan söz eder; öyle anlaşılıyor ki Katib Çelebi Yunanca biliyor ve Latince’de de biraz bilgisi vardır.
  • Gene 17. yüzyılın müverrihlerinden Hüseyin Hezarfen ki 1690’larda İstanbul’da öldü, “tarih-i Devlet-i Rumiye”, yani “Roma Devleti Tarihi” adlı meşhur eseri de; eski Yunan’dan, Roma’dan ve Bizans’tan bahsetmektedir. Fakat burada ne bir filolojik metin analizi söz konusudur, ne de Yunan düşüncesine, antik siyaset felsefesine Katip Çelebi gibi eğilme söz konusudur. Bu istisnaların dışında 18. yüzyılda küçük bir alaka başlamaktadır. Aslında 18. yüzyıl bizim Türkiye tarihinin ve Osmanlı tarihinin az bilinen devridir. Fakat, 19. yüzyıldaki gelişmeyi, açılmayı bunsuz bilmenin mümkün olmadığı da açıktır.
  • 18. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu’nda artık bir anlamda bir aydın sınıf doğmaktadır. Bunlar yaşadıkları mekanın ötesini merak ederler. Sefaretnameler bunun canlı bir örneğidir. Yaşadıkları zamanların ötesini merak ederler ve bu merak da aslında filolojik bir donanımla birlikte gitmeye başlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki 18. yüzyılın Osmanlı Türkiyesi bir ölçüde imparatorluğun eski yaşam biçimi ve dünya görüşünün kalıplarını kırmaktadır, ama bu sınırlı bir ölçüde olmaktadır. 
  • Ortodoks Hıristiyanlar arasında kilisenin hakimiyeti eski Yunan, metinlerine eğilmeyi önlemektedir, ki bu 10. ve 11. yüzyıllarda Bizans’ta başlamıştır. Bizans ilk asırlarının aksine Latin edebiyatını ve Latin dilini kesinlikle dışlamaktadır ve bu ksenofobi Latin diline ve Latin edebiyatına karşı, elan yani Osmanlı devrinde devam etmektedir.
  • Bugünkü Yunanistan’da da Latince eğitimi hiçbir şekilde Batı Avrupa’daki tadar güçlü değildi ve değildir. Latin kaynaklarını, yani eski Yunan medeniyetini çağdaş dünyaya taşıyan bir uygarlık olan Roma uygarlığının tanınması konusunda bir ihmal vardı. 19. yüzyılda Osmanlı düşüncesi ve tutumu değişiyor. Bildiğimiz önemli yazarlarımızın, fikir adamlarımızın hemen hepsinin Eski Yunan edebiyatından iyi kötü tercümeleri vardır. Nabizade Nazım “Esatir” (Mitoloji) diye bir çeviri kitap derliyor. Şemsettin Sami, iki kere baskısı yapılan, çok enteresan, gene “Esatir başlığı altında “Mitoloji” diye küçük bir risale yayınlıyor. Mustafa Nuri o devrin önemli Batıcı aydınlarından, “Tarih-i Esatir-i Yunaniyan” ve gene 1913’te Mehmet Tevfik’in en çok kullanılan “Esatir-i Yunaniye”si mitolojisi üzerine (-aslında çeviridir)
  • Klasik Yunan ve orta zaman İslam kaynakları yeniden ele alınmalıdır. Filoloji ve tarih toplumu yorumlarken en sağlam anahtarımız olmalıdır. Zira klasik filoloji artık eski kaynakların ele alınıp incelendiği gerekçesiyle ihmal edilen bir dal oldu ve klasik diller öğretilmiyor. 
  • Batı Medeniyetinin ayırıcı vasfı: Batı medeniyeti Sanayi Devrimi’ni yaratan bir dünyadır. Fakat iki asır içinde sanayi medeniyeti de evrenselleşmiştir. O zaman Batı’nın ayırıcı kıstasının ne felsefe, ne matematik, ne coğrafyacılık, ne tarihçilik, ne fizik, ne kimya ne de tıp olduğunu söylemek mümkündür. Bunlar Batı’dan önce Akdeniz dünyasında çok önceden vardı ve kurumlaşmıştı.
  • Bugünkü Batı’nın ayırıcı özelliği İtalya’nın 12’nci yüzyıl Rönesans’ıyla başlar; o da musiki, filoloji ve Hıristiyanlık dogmasına karşı çıkan hareketlerdir.
  • İtalya’dan doğan Batı musikisi Akdeniz’in diğer bölgelerinde görülmez ve Avrupa medeniyetinin ayırıcı bir niteliğidir.
  • Filoloji yani dilbilimi, eski çağlardan beri Doğu’da vardı; Asurlular ve Kaldeliler gibi Sami ırktan, hatta Hititler gibi İndo-Avrupa kavimler apayrı bir karakteri olan Sümer dili ve edebiyatını hep muhafaza ediyorlardı.
  • İslam dünyası hadis ve fıkıh metinleri dolayısıyla filolojik dalda uzmanlaşmıştı.
  • Ama yerküreyi fetheden bir dilbilim Avrupa medeniyetinin ayırıcı vasfıdır. Nihayet kilisenin kurumlaşmış dogmalarını Floransalı Savanorole, Bohemyalı Ian Huss gibi din savaşçıları veya Floransalı Pietro Ponponazzi gibi düşünürlerle alttan alta oyan hareketler Avrupa tarihine damgasını vurur.
  • Avrupa kendisi Katoliklikten vazgeçemese de Kitab-ı Mukaddes metinlerini filolojik olarak sorgulayan, tashih eden Rotterdamlı Erasmus ve muhtelif cephelerde Roma kilisesini dışlayan Protestanlığın ülkesidir. İşin ilginç tarafı bu sorgulama ve düzenleme eğilimi Roma kilisesi içinde de başlamıştı.

Ele aldığımız dal olan tarih yazıcılık alanında hatta islam tarihçiliği
diyeceğimiz bölüm dahi Türk düşünce çevrelerinde fazlaca
incelenmiş değildir. Bunun sebepleri muhteliftir. Gerçi islam
tarihçiliği Arapça kaleme alınan eserlerin alanıdır. Ama o tarihçiliğin
kökenindeYunan-Roma’yı hatta ibranileri ve Aramca eserleri
görmemek mümkün değildir. Şurası bir gerçektir; bugün islam
dünyasında dedelerinin muhteşem tarihçiliğini inceleyenlerin
ibn-i Haldun’un ve Reşidüddin’in kullandığı kaynaklara ula-
şacak filolojik birikimleri yoktur. ikinci bir neden; doğrudan doğ­
ruya muhteva ile ilgilidir. islam coğrafyasının tarihine evveli ve
aheriyle intibak etmeyen hatta merakı dahi sınırlı çağdaş Müslü-
man dünyanın, Ortaçağ islam dünyasının mütebahhirlerinin merakına
ulaşmaları ve kavramaları mümkün görünmüyor. Endü-
lüslü ibn-i Haldun’un zamanları ve mekanları kapsayan merak
ve bilgisi veya Horasanlı Şehrastani’nin Kitab’un nehai ve’l
milel’indeki gibi dinler üzerindeki merak ve sağlam bilgisinin 
muadilini bulmak bugün çok zordur.

Netice itibariyle bu Roma eserlerini, Tacitus gibilerini ve
M.Ö. 1. ve 2. asır tarihlerini incelediğimizde bunlar için bir fikir
ve sonrası için de bir hareket noktası ediniriz, Roma annalleri
(yıllık) sayesinde. Batı Avrupa tarih konusu oluyor.

Türkler için böyle bir şey var mı? Çok eski tarihimizi Çin
kaynaklarından arayacaksınız, Sanskirit kaynaklarından, eski
Pehlevi kaynaklarından. Bunların çoğu ise incelenmemiş
dönemlerdir ve ilmi mevzulardır. Filolojik bakımdan bu dallar
çok problemlidir. Çin tarihinde Shang devri kaplumbağa
yazıtlarını inceleyeceksiniz, yani Sinoloji’de bir devrim yapıp
Türkler için birşey çıkartacaksınız. Bunlar kuşkusuz Roma
tarihi malzemesi kadar incelenmiş malzeme değil; onun
için Türkler’in tarihi çok karanlıktır. Mevcudiyetleri malumdur
ama tarih karanlıktır ve zordur, derlemesi; tarih yazımı
işi çok zordur. Kuru Latince bilerek, Batı Avrupa için mesela
M.Ö. 2. asrın tarihine inebilirsin, ama bizde bir iki filolojik
dalla hatta M.S. 5. asra dahi kolay gidemezsin. Çünkü bu
asırlar için hem Çince, hem Bizans, hem İran, Hint kaynaklarını
bileceksin ve keçi boynuzu gibi bir bilgi paketi elde edeceksin.
Üstelik Bizansın bu dönemi iyi bilinmez; Persler ve
Sasani devri tetkikleri Roma tarihçiliği kadar iyi değildir.

Ortodoks kilisesi herkese malum ki, klasik Hellenizme ve
Hellenlerin eski tarih ve kültürüne ve hele bunun Rönesans’taki
yeni yorumuna kapılarını kapatmıştır. Reformasyon
bu kapanışın başlıca nedenidir. Bu arada filoloji ve Neohellenist
kültür, kilise sayesinde değil, ona rağmen ferdi
olarak Avrupa’ da eğitim gören veya Avrupa etkisi ile Ion
adaları gibi yerlerden oluşan çevrelerden alınmıştır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun Müslüman unsurunun Hellenizm ve
hele Latin kültürü ve diliyle ilgisi ise, Ortaçağ islamı’nın aksine
çok geridir. Greko-Romen kültür, Ortazaman islamı’nın
temel taşı idi; Aristoteles, Demokritos, Ptolemaios, Platon,
Galenus, Hippakrat üstad olarak bilinirdi. Yunan dili Arap-
ça’ da yeni kavramlar yaratılmasını intaç etmiştir. Fakat ll.
asırdan itibaren bu süreç durdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Ortodoks kilisesi, Roma hukukunu izlemiştir, ama bu tevarüs
hukukun kavram (kurum) instituones ve principia’larını
Latin metinlerinden takip ederek değil, geç Bizans kodifikasyonların
taklidi şeklinde olmuştu. Aslında Roma İmparatorluğu,
Roma yurdu ve Romalı sıfatını taşıyan Bizans camiası
Roma dünyasını tanımıyordu. Kendisine Roma İmparatorlu­
ğu, Romalılar diyen bu halk içinde Latince bilen belki birkaç
kişiydi.

Diğer yandan arkeoloji ilmi ve arkeologlar sahneye çıktı-
lar, öncüleri Osman Hamdi Bey idi. Müzehane-i Hümayun’u
(imparatorluk müzesini) kurdu ve 1875’te bu müzenin içinde
bir arkeoloji okulu açtı. Bu zümrenin Türkiye’ deki klasik
dünyayı seven ve öğrenen bir öncü grup olduğu anlaşılıyor.
Bu eski dünyaya açılan bir pencere idi. arkeoloji dalındaki bu
havaya rağmen Osmanlı eğitiminde henüz klasik bir bölüm
yoktu, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde 1900-1915 arasında
Greko-Romen tarihi, eski Şark tarihi bölümünde okutuluyordu.
Anane hep sürdü. Türkiye’ de Asuroloji ve Hititoloji gibi
dallar, klasik filoloji ile birlikte doğup ondan daha çok kuvvetlendiler;
bu da garip bir tecellidir. 

Cumhuriyet devri üniversitelerinde klasik filoloji dalına
önem verilmiştir. Bu arada 1933’te Hitler Almanyası’ndan
kaçıp ülkemize sığınan Alman alimleri, mesela George Rohde
gibileri bu dalda hayli öğrenci yetiştirmiştir. Hümanizma
akımı aslında kendisi ne olduğu anlaşılmadan, şık bir isimle
küçük gruplar arasında bu zamanda ilgi çeker. Gerçi bu genç
alimler grubu, klasik dünya dillerinin ve Ve mitolojisinin aşı­
ğıdır; ama mensuplarının güçlü bir tarih bilgisi, sosyal bilim,
felsefe, mantık birikimi olduğu söylenemez. Total kültür
adamı ve filozof vasfına layık tek adam rahmetli Nusret Hı­
zır’dı; o da verimli bir yazar olmadı, ama nesilleri yetiştirmeye
gayret eden sabırlı bir öğretmendi.

Tarih kaynaklarını bilmemek bu kaynakların çevirisinin
noksan olduğu Türkçe’ye çevirilerini yapmamak ve zaten
bunları kullanmamak en mühim noksanımızdır. Tarih metin
ve filoloji demektir. En çok bu noksan üzerinde durmak gerekir.

By Bilge Tonyukuk Enstitüsü zaman: Ekim 02, 2015

Yeni Konvansiyonlar: Gücünü Keşfeden Türkiye

0

Discover The Potential; Gücü Keşfet

Türkiye, stratejik derinliklerde yatan gücünü keşfederek, bir zamanlar olduğu gibi, yeni bir çağın kapısını, hem Doğu ve hem de Batı yönlerinde aralamaya başlamıştır.
Bu hamleler serisinden yine bir ilk olmak üzere, inovatif bir adım atılarak, ülkemizin İngilizce ismi olan TURKEY, marka olarak stilize edilmiş, ve “Jeo-Politik konum” olarak sınırlanan kanat ülke ve köprü pozisyonu, “Jeo-Ekonomik fırsatlar” boyutuna genişletilmiş;
– artık Marka olmanın getirdiği sorumluluklar da üstlenilerek ve
– katma değerli ürünler üretimine ağırlık verilerek,
Batı’dan Doğu’ya doğru yolalmakta olan Moda/Marka/Merkez Ülke hedeflerine yönelmeye başlamıştır.
Türkiye; her iki yöne de yüzünü çevirmiştir.
Geçmişte, gücünün zirvesine Akdeniz’de ulaşan Türkiye,”Yeni Akdeniz” (Pasifik)’de oluşmakta olan dinamizme de ortak olacaktır.
Devletimizin 100.yılını kutlayacağı 2023 yılı, dünya tarihi için de bir dönüm noktası teşkil edecektir.
İlk kez küresel gelir paylaşımında, Asya, Batı’nın önüne geçerek liderliği yine 2023 yılında ele geçirecektir.
Yeni Türkiye Logosu 8 motifli
Türkiye’de üretilip ihraç edilen ürünler için uzun süredir “made in TURKEY” logosu kullanılıyordu. Türkiye İhracatçılar Meclisi “Türkiye Markası” toplantısında Türkiye’nin yeni sloganını ve logosunu açıkladı.
İşte Türkiye’nin yeni logosunun 8 şifresi.
8 sayısı, mükemmelliğin ve sonsuzluğun simgesidir. Logoda 8 motif ve sekizgen yıldız kullanılarak, her iki olgunun yapıcısı ve takipçisi olduğumuzun mesajı verilmiştir.
‘TURKEY’ logosunda yer alan 8 motif; yükselişi, dünyayı, birlikteliği, buluşmayı, sinerjiyi, doğuyu ve batıyı, inovasyonu, harmoniyi temsil ediyor.
Böylece;
  • Gücü keşfet iletisi veriliyor.
  • Modern çağrışımı ifade ediyor.
  • Kendi içimizde var olan farklılığı tutma anlamına geliyor.
  • Sembollerde Türkiye Selçuklularında kullanılan süslemeler ve Osmanlı zamanındaki çini süslemelerine bir gönderme yapılıyor.
Renk de ilgi çekicidir; Turkuaz; Türk Mavisi. Turkuaz hoşbir renk, bizim rengimiz. Bizlerin bulduğu renk, dolayısıyla ismi de oradan geliyor. Osmanlı döneminde, İznik çinilerinin en gözde rengidir. Pek çok cami bu renkte üretilmiş çinilerle bezenmiştir.
Turkuaz’dan da, Osmanlı’daki çiniler arasında bir irtibat olduğu anlaşılıyor.
Logo, tarihte Türklerin kilim, halı, mimari, el sanatları gibi alanlarda kullandığı 8 ayrı kültürel motiften esinlenerek geliştirildi ve onlara çağdaş manalar yüklendi. Logoda her biri ayrı anlam taşıyan 8 desene ve özgün yerli motiflere yer verildi.
Türkiye markası, Anadolu kilim ve elsanatları motiflerinden esinlenilerek, yerel motifleri evrensel simge boyutuna çıkarmıştır.
Çini ve kilim motiflerinin seçilişi; köklerimizin yeraldığı Asya referansının, farklı bir coğrafyada, Küçük Asya’da yeniden yaratılışına ve uyum yeteneğine bir vurgudur.
Logonun karakteri oluşturulurken, küfi yazı stili ve geleneksel kilimlerde yer alan eli belinde deseninden yararlanıldı. Ayrıca, TURKEY yazısının içinde bulunan desenlerde de çini sanatında kullanılan figürlerden esinlenildi.
Logoda genel motifler harmanlanmış durumda. Renk turkuaz olduğundan dolayı bizim kültürümüze hitap ediyor. Ama ‘TURKEY’ kelimesinden çok kültürlü dokumuzu da görebiliyoruz. Yani çeşitliliğe vurgu yapılmış.
‘TURKEY’in kalın yazılması da daha çağdaş bir çağrışımı ifade ediyor.
Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Sn. Mehmet Büyükekşi’nin deyişiyle;
“Bu bir marka değildir, marka olan Türkiye’nin kendisidir. ‘TURKEY: Discover the potential’ tüm dünyaya yapılmış bir tekliftir”

TURKEY: Discover The Potential – 1

0

Turkey,  exploring the underlying forces at strategic depths,  started to open the door of new era, in the East as well as West directions, as it once was.

Turkey;
  • A hub of ideas and cultures for 10.000 years,
  • The home of incredible potential for time out of mind,
  • Both western and eastern,
  • Turkey lies at the heart of world’s history,
  • Home to Mesopotamia,
  • The Ottoman Empire,
  • Foreign traders,
  • And Kemal Atatürk
  • Today, we are 70 million people and and over 50% are under 30,
  • Our markets are liberalised and we’re making new friends of strangers.
  • Our products and services are taking  Turkish quality all over the world.
8 Key Values of TURKEY Logo
  • Collaboration
  • Both western and eastern
  • The world
  • Meeting
  • Harmony
  • Innovation
  • Synergy
  • Growth
Symbols/Icons;
  • Octagonal star (from the intersection of two rectangles occur. Octogonel … Space, which is the most brilliant planet Venus (the morning star) represents the geometry of excellence)
  • Tulips
  • East and West
  • the center of world history
  • Mesopotamia (fertile crescent)
  • The Ottoman Empire
  • Foreign traders
  • Kemal Ataturk
  • Young people
  • Free markets
  • Foreign investment
  • Our products and services
  • Turkish quality
  • The whole world
  • Discover our Potential
Our History
Turkey has been a hub of ideas and cultures for over 10,000 years. It has been home to Mesopotamia, the Ottoman empire, parts of the the silk road and some even say the wheel was invented here.
Modern Europe is a venture of civilization that has evolved over three thousand years, and present-day Turkey at its geographical heart. Modern Europe was born in the Eastern Mediterranean with roots in Egypt, Syria-Palestine-Asia Minor, Greece and Italy. This civilization has evolved over three thousand years.
Present-day Turkey lies at the geographical heart of the region. It was largely in Turkey that belief in a single God came into being and spread, giving rise to the Judeo-Hellenic synthesis that is central to contemporary civilization. Today, Turkey is home to the most magnificent works of the Hellenistic-Roman era, which are daily reminders of this extraordinary heritage. Indeed, it is a synthesis of the legacies of Ancient Egypt, Mesopotamia and Anatolia..
Our land and its people have been the home of incredible potential for time out of mind.
More recently the reforms of Kemal Atatürk brought our country forward into the 20th century and opened our doors to renewed trade.
  • Ability
Our ability to not only deal with rapid change but to master it and make the most of it has its roots in our history. Every day, we make friends out of strangers and help them make the most of Turkey’s potential.
  • Our Potential
We Turks don’t wait for change to happen to us. We create it – every day – in our lives and businesses. We push ourselves and our country forward, like we have done for the past 10,000 years.
We change the way we work and live so that we can change the way our clients and partners work and live for the better.
In the products we manufacture and the services we deliver, we’re not afraid to question status-quo and be the first to do something new and do something better.
We truly are the change we wish to see in the world.
Our products and services are taking Turkish quality all over the world
  • Invite
Inviting you to discover our potential.
“Discover The Potential” is an invitation to our partners and customers. We’ll help them make the most of the opportunities in front of them. By adding expertise, industrial capacity and reliable delivery to their business equation.
Making sure that they can see their business blossom and innovations come to fruition with Turkey. When our customers win, so do we. Our services and products demonstrate the incredible potential Turkey is discovering every day – and how others can do the same with us at their side.
  • Values
  • Our slogan
This is the idea that’s at the heart of everything we do together to represent Turkey inside and outside of our country.
Our values
  • Long-term vision
  • Courage Entrepreneurialism
  • Adaptability
  • Brand idea
We become masters of change as a result of the remarkable history our country has. With adaptability, empathy and a practical attitude, Turkish companies export to over 200 countries worldwide. Warm relations with customers and partners build reliable long-term relationships that hold firm in times of rapid change.
  • Masters of change.
  • Discover the potential
Brand
  • Our identity
Our visual identity is a vibrant expression of our brand idea and slogan.
The visual translation of our invitation to the world to discover the rich diversity, our country can offer and the business potential it provides.
Our Colours
  • White
The colours we use to express our brand have been chosen because they represent Turkish heritage and culture.
White as a background gives our communication space to unfold and activate.
  • Turquoise
Turquoise, gold and blue create highlights and guide the eye to the content we wish to convey.
  • Gold Blue

TURKEY: Discover the Potential-2

0

TURKEY’S INVITATION

Markets and Bazaars
Turkish Traders will be the main actors of global and regional collaborations in the decades ahead.
Turks, develop friendships and partnerships during  bargaining processes with extended conversations, share their civilization and culture and explore new opportunities for new business developments both in industry, trade, agriculture and service sectors.
Markets and bazaars of the ancient Turkey and Turks have always flourished trade in and around Turkey with tradeways also passing through the territory full of caravanserais, inns and bedestens.
Turkish Blue
Turquoise is the color of the Turkish Republic, known as “Turkish blue”.
Turquoise is the best representation of our culture. This color is unique to us.
Turquoise represents, clarity of thought and communication. It inspires self-expression, encouraging people to tune into their own needs. Turquoise calms the emotions and recharges the spirit, invigorating depleted energy levels and inspiring positive thought.
Keywords for Turquoise: communication, clarity of thought, balance and harmony, calmness, idealism, creativity and inspiration, self-expression, compassion, healing and self-sufficiency
Trade and Culture Movement
TURKEY has a mission to lead trade and culture movement in harmony with the emergence of regional and global  centers.
TURKEY will serve as an attraction center effect to us and to the traders all over the globe and gain new acquaintances and connections to them.
Regional&Global Development
Globalization makes trade contacts vitally important. Trade is to follow up appropriately of the opportunities and usage in correct time. Right decisions can be achieved by reaching  to the knowledge from the first hand. By evaluating the chances it means that all TURKEY friends will enjoy the regional&global development and prosperity.
TURKEY is the philosophy of whom that believes trade also develops cultural contacts and friendship between participants. We must develop our trade in our regions around  and in the globe. The synergy with our friends will provide a great economical dynamism to all the participants.
TURKEY reshapes our commercial inheritance axis in this region, and in parallel to rise of the regional powers pioneers to the movement of culture and trade.
Euro-Asian trade
TURKEY is the hub of Euro-Asian trade, far from the Beijing up to London which will also be connected with high speed trains as well.
For more three decades, we have been watching the re-emergence of old trade routes and once forgotten cities as centers of trade in Euro-Asia. The region has also witnessed the rise of a new merchant class reconstitution of an internal market which reaches from Hungary to Turkey and from Black Sea to the Adriatic and, some would say, all the way to Russia, central Asia and China. New/Old market centers emerged in all parts of Euro-Asia Balkans and central/eastern Europe during last fifteen years.
Finally, Istanbul has again become the key commercial center for the globe.
Trade Ways
Trade ways serve as channels not only for the distribution of products but also for the distribution of different cultures. Trade and cultural streams always mix together and speed up together. We can understand by looking to progress in Mediterranean region and silk road legend.
TURKEY is the conjunction point of tradeways passing through Silk Road, Spice Road; Asia, Europe and Africa.
Trade, Tourism and Transportation
Turks always welcomed traders with their well known hospitality in the history. 3T; Trade, Tourism and Transportation are the key strengths of TURKEY, all related to hospitality.
Our objective is cooperation and prosperity of  the people from all around the world as our country is in the center of the world.
East and West
TURKEY has created the synthesis of China and Rome in geography and culture which are faraway , distant and dinstictive cultures.
In the eyes of Turkey, Asia will be opened to new horizons from Asia Minor.
Turkey; Asia, Europe, Africa, the three main continents civilization has produced. East and West have been synthesized.
Turkey, as well as the East and the West and has been hemhal; is unique.
Asian Heritage
Turkey has been a cradle of civilization for 10,000 years.
Turkey, China and Japan hail from imperial traditions. Due to this we carry in our DNA all the traditions of empire.
Because of this we never bowed our heads in 1,000 years of war. Like the phoenix we were reborn from our ashes. Despite all the difficulties faced, we have always been in the top 20 list of global economies due to the generosity of this land.
Asia Reborn
Manufacturing is returning to the East.
More than 60 percent of global production was in Asia from 1000 – 1800 A.D. In the 1800s when colonialism reached its peak Asia’s share in global manufacturing dropped below 20 percent. By 2030 it will, however, raise its share to 45 percent.

TURKEY’S DNA : Discover The Potential – 3

0

Vital Sectors
For thousands of years, Mesopotamia and Anatolia, which has remained within the borders of the Republic of Turkey, have been centers of;
  • agricultural,
  • manufacturing and
  • construction industries.
That is to say that these three vital sectors have been present in these lands for thousands of years.
If a particular sector has been present in this country and involved every inch of land and all its people, it is impossible to erase it from the “DNA” and “genetics” of that country. That is why it is impossible to even consider the possibility of Turkey failing in the agricultural, manufacturing and construction sectors.
Just like no one can strip our ability in the fields of textiles and ready-to-wear garments and the agricultural and manufacturing industries.
In the initial months after the crisis, the debate centered on the percentage Patriot sectors should have in the GDP of a country. Patriotic sectors are defined as the manufacturing, agricultural and construction industries.
The general consensus emerged that the manufacturing industry or industry in general should be 25 %, agriculture 10 % and construction 7 % of GDP. (http://english.yenisafak.com/columns/kerem-alkin/lets-reclaim-the-genetics-of-the-turkish-economy-2004693)
Textile
Taking into consideration that the oldest textile product found in Turkish lands dates back 8,500 years, we should not be surprised at Turkey’s production capability.
For many centuries the manufacturing of silk had remained a closely guarded secret in China and the export of silkworms was punishable by death. First in history, in 552 CE, two Nestorian monks succeeded in smuggling silkworm from China to Istanbul and by the early seventh century sericulture was well established in Asia Minor.
Silk production has developed to excellent levels in the Turkish city of Bursa, one of the Ottoman capitals. The basis of that development was an earlier tradition.
Construction Industry:
Considering that Turkey ranks second after China, when it comes to construction subcontracting firms and that Turkish companies carry out vital construction projects both domestically and internationally, it is not possible for anyone to strip this ability from Turkey’s “DNA.”
Starting with Adobe, Anatolian Housing Culture hosts the first examples of the housing culture created by the mankind in the world.
From Adobe to Khorasan Mortar relays housing insulation culture from Turkey to the global markets.
Çatalhöyük, Hacılar and Beycesultan are the first examples of the first housing culture created by the mankind in the world.
Civilization began in Anatolia around 6000 B.C. with the Neolithic town of Çatal Höyük.
The first known human settlement is in Çatalhöyük, Turkey (7 Millenium B.C.).
Mesopotamia has long heen considered as the first home of civilization in the Old World, about the fifth millennium BC, but the so-called neolithic revolution or transition to so-called agricultural society about 10,000 BC probably occurred first in Anatolia.
The origin and ethnic derivation of the most ancient inhabitants of Anatolia are not known, but it is certain that they were among the first if not the first, to have built a city. Before that, between 15,000 and 13,000 BC, we know only of nomadic hunters, as at Lascaux.
At Çatal Höyük in the middle of the Anatolian plateau, a cluster of the first real houses was discovered on an area of thirteen hectares. They were constructed from clay bricks, the walls were regularly colour-washed on the outside, and certain of them were covered on the inside with wall paintings, similar to cave drawings but fulfilling an aesthetic function. Linked together in tiers, the upper houses opened onto the flat roofs of the ones below.
The fourteen levels built up there correspond to a little more than one thousand years of occupation, from 6750 BC to about 5600 BC, that is to say, during the Neolithic period.
These first ‘town dwellers’ were primarily farmers. They lived in family groups of five to seven persons, and were already cultivating wheat and vines, raising sheep and goats, and keeping dogs. They grew and wove flax, and possessed weapons of copper and lead, both for hunting and defence. They also traded with distant countries. At Çatal Höyük objects have been found made of volcanic glass and apatites which were unknown locally.
The first Neolithic paintings found on man-made walls are in Çatalhöyük, Turkey.
Çatalhöyük is a center of “firsts” -first ceramic pots, first mirrors, first examples of woven materials, first wooden bowls, first wallpaints, among many other firsts.
Agriculture: The Fertile Crescent
Excavations at more than 50 sites over the last half-century have established the Fertile Crescent of the Middle East as the homeland of the first farmers.
This arc of land, broadly defined, extends from Israel through Lebanon and Syria, then through the plains and hills of Iraq and southern Turkeyand all the way to the head of the Gulf.
Among its “founder crops ” were wheat, barley, various legumes, grapes, melons, dates pistachios and almonds.
The region also produced the first domesticated sheep, goats, pigs and cattle. But guestions persist: Where in the Fertile Crescent were the first wheat and barley crops produced?
What conditions favored this region? Why was the transition from hunting and foraging to farming so swift, occurring in only a few centuries?
New genetic studies suggest possible answers. They pinpoint the Karacadağ mountains, in southeast Turkey at the upper fringes of the Fertile Crescent, as the site where einkorn wheat was first domesticated from a wild species around 11,000 years ago. The scientists concluded, this is “very probably the site of einkorn domestication. ”

Günümüzde Türk Dilinin Yazıldığı Alfabeler

0
Arapça​: sami dil ailesi​
Latince​: hint-avrupa dil ailesi​
​Kiril: hint-avrupa dil ailesi​

​Altay dil ailesinden ​​türkçe, yukarıdaki dillerin ailesi ile aynı kategoride olmadığından, altay dil ailesi dışındaki alfabe uygulamalarının hepsinde sorunlarla karşılaşılmıştır; latin alfabesi, bu sorunlardan azade değildir.
türkler, arapçayı öğrenmekte zorlandıkları gibi, fransızcayı da, ingilizceyi de öğrenememişlerdir.  ​

​Türklerin geçmişinde​; hint-avrupa dil ailesi kapsamındaki alfabeler (kiril, latin) bulunmamaktadır. bu alfabeler ile türkler 20.yüzyılda biribirlerinin ezeli rakibi olan rus-ingiliz rekabetinde uğradıkları mağlubiyetten sonra tanışmışlardır.

Kaybedilen osmanlıca ​olarak etiketlenen eski türkçe ​değildir sadece; türklerin taşa yazılı anıt eserlerinden sonra ciddi eserleri arapça alfabe ile 1070 yılında balasagun​ ile kaşgar’da yazılan kutadgu bilig ve 1072-1074 yıllarında bağdat’ta kaşgarlı mahmut tarafından yazılan sözlük de arapça olarak yazılmıştır.

Divanı Lügat İt Türk harita

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/b/bc/Kashgari_map.jpg

TÜRK DİLİNİN ALFABELERİ

  1. Latin
  2. Yunan
  3. Kiril
  4. Fars
  5. Arap

Latin alfabesi ile yazılan Türk dilleri

  1. Türkçe (Türkiye)
  2. Özbekçe
  3. Azerice (Azerbaycan)
  4. Türkmence
  5. Kıbrıs
  6. Romanya
  7. Kosova
  8. Batı Yugurca (Çin, Kansu Eyaleti)
  9. Kırım Tatarcası (Romanya)
  10. Gagavuzca (Moldova; Gagavuzya)

Yunan alfabesi ile yazılan Türk dilleri

  1. Yunanistan (Batı Trakya, Adalar)
  2. Yunanistan (Karamanlıca; Karaman Türkleri)

Kiril alfabesi ile yazılan Türk dilleri

  1. Ukrayna
  2. Bulgaristan
  3. Gagavuzya (Ukrayna)
  4. Makedonya
  5. Kazakça
  6. Kırgızca
  7. Tatarca (Rusya)
  8. Kırım Tatarcası (Ukrayna)
  9. Yakutça(Rusya)
  10. Çuvaşça (Rusya)
  11. Başkurtça (Rusya)
  12. Altayca (Rusya)
  13. Dağıstan (Rusya)
  14. Kabarday (Rusya)
  15. Karaçay-Çerkes (Rusya)
  16. Hakasya (Rusya)
  17. Tuva (Rusya)

Fars alfabesi ile yazılan Türk dilleri

  1. Azerice (İran)
  2. Kazakça (Çin)
  3. Kırgızca (Çin ve Afganistan)
  4. Kaşkayca (İran)
  5. Türkmence (İran ve Afganistan)
  6. Özbekçe (Çin ve Afganistan)
  7. Uygurca

Günümüzde Arap harflerin kullanıldığı Türk dilleri

  1. Çin’de Uygurca. Latin alfabesine 1969’da geçildikten sonra 1983’de Arap harfleriyle yazılmıştır;
  2. Kazakça: Pakistan, İran, Çin ve Afganistan’da Arap harfleriyle yazılmaktadır;
  3. Kırgızca Çin’de Arap harfleriyle yazılmaktadır.
  4. Irak’ta Türkmence;
  5. İran’da Azerice ve diğer bölgesel diller;
  6. Afganistan’da Özbekçe, Türkmence ve diğer bölgesel diller;
  7. Çince bazı Huiler (Müslüman Çinliler) tarafından Xiao’erjing alfabesiyle yazılmaktadır.
  8. Çin’de Kazakça

TÜRKİYE’nin T’si

0

Türkiye (T10);

  • Töre’dir
  • Tefekkür’dür
  • Tasavvuf’dur
  • Taarruz’dur
  • Teşebbüs’dür
  • Tuğra’dır
  • Turan’dır
  • Türkistan’dır
  • Turfan’dan Tuna’ya
  • TEVHİD’tir

By Bilge Tonyukuk Enstitüsü zaman: Şubat 21, 2016

Dillenelim: Arapça, Farsça, Latince

0

Arap dünyasını dili ve edebiyatı yaşatır

Bugün bir Arabı bir zaman makinesiyle 10’uncu asırdaki Abbasi İmparatorluğu’ndaki dedelerinin önüne çıkarsanız hiçbir sendelemeye uğramadan aynı nükte, aynı şiir, aynı cümle kuruluşu ile mükalemeye devam eder. İşte Arap dünyasını yaşatan budur: Dili ve edebiyatı Pazar – 7.9.2008

.  |  İlber OrtaylıTüm Yazıları »
Arapça Sami dillerdendir. Sami ismi Hz. Nuh’un oğullarından Sam’a dayandırılır. İki asır önce dünyadaki diller böyle tasvir ediliyordu. Mesela, geniş sahada konuşulan Hindo-Avrupa diller Nuh’un oğlu Yafes’e dayandırılır, bunlara Yafetik diller denirdi. Mısır ve Habeş dili diğer oğul Ham’a izafeten Hami (Hemitik) diller diye adlandırılmıştır.
Giderek mukayeseli filoloji disiplini, grameri coğrafya ve tarihle beraber incelemeye başlayınca sınıflamalar değişti. Sami dillerin doğu, güney ve batı grubu vardır. Doğu grubu Akadcadan çıkan Asuri ve Keldani gibi dillerden oluşur ki bunlar hemen hemen ölmüştür.
Batı grubunda ise Aramca ve İbranca gibi nadir gruplar halinde yaşayan diller bulunur. Bu grupta bulunan Fenike dili Lübnanlıların atalarının diliydi ki, bu kavim çağdaş dünyaya alfabelerini hediye etmiştir. Kartacalılar da bu dili konuşurdu ve bugün sadece küçük Malta adasının sakinleri bu dili konuşuyor. Güney Sami grubu ise Arapçanın muhtelif dallarını kapsar.
Bugün muhteşem Arapçayı 250 milyon insan konuşuyor. Lisanın sınırları Basra Körfezi’nin sınırlarından başlıyor; İran ve Türkiye’deki azınlık bir grup; Arap dünyasının ta Atlas Okyanusu’na kadar uzanan bütün üye ülkeleri; Moritanya, Çad, Sudan ve Somali gibi kara Afrika ülkelerinde de kısmen anadil ve resmi dil olarak kullanılıyor.
Bu geniş coğrafyadaki Arapçanın yeknesak bir ağız ve lehçe ile yaşamadığı aşikar. Arap dilinin lehçeleri arasında anlaşmak için bazen tercüman gezdirmek gerekir. Ama işte orada şapkamızı çıkaralım. Bu kavmin lisanı herhangi bir Batı dilinden çok daha önce yazıya dökülmüş ve klasikleşmiştir.

Yakın akraba olduğu bütün dilleri sildi

İslamiyet bu klasikleşmede önemli rol oynamıştır. 632 yılında yani Hicret’ten 10 sene sonra Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed ebediyete intikal etti. İlk birkaç yıldan sonra Halife Hz. Ömer’in orduları bugünün Arabistan yarımadasından taşarak Mısır, Suriye, Filistin, Lübnan, Irak ve İran’ın bir kısmını ele geçirdi.
Bu yerlerde son tetkiklere göre sadece bazı yerlerde Arapça konuşuluyordu. Yaygın olarak kullanılan Aramca ve Mısırda kullanılan Kobtça gibi dillerin dışında, Ukba bin Nafi’nin fethettiği Kuzey Afrika’da Berberce gibi diller de yaşıyordu. Arapça kendisine yakın akraba olan bunların hepsini sildi. Bu bir barış içinde, kapalı bir anlaşma ile vukua geldi.
Bugünkü Arap alfabesindeki 29 harf, konuşulan ve yazılan Arapçayı ifade eder hale geldi. Hal böyleyken Arapçanın yaşayan lehçe ve ağızları üzerinde sayısız araştırma yapılıyor. Belki bunların bağımsız bir Sami dil olarak teşekkülü arzu ediliyor ama olmuyor. 250 milyonluk dünyada okul gören Arap çocuğu bu dili hususi tecvit kurallarıyla ve şiirle konuşmayı öğrenmekten bıkmıyor, bu meşgaleyi adeta bir çocuk oyunu haline getirmiş.
Aynı şey bir zamanlar Batı dünyasında Fransız halkı arasında da yaygındı, orada bu adet bırakıldı. Oysa bugünün Arabını bir zaman makinesiyle 10’uncu asırdaki Abbasi İmparatorluğu’ndaki dedelerinin önüne çıkarsanız hiçbir sendelemeye uğramadan aynı nükte, aynı şiir, aynı cümle kuruluşu ile mükalemeye devam eder. İşte Arap dünyasını yaşatan budur. Dil ve edebiyat…
Bizim dünyamızdaki Arapça BM’nin çalışma dilidir. Artık ilim dili olarak kullanıldığını söylemek kolay değildir. Hatta son istatistiklere göre Arapça, Farsça ile karşılaştırılamayacak kadar fakir bir tercüme edebiyatına sahiptir. Anlaşılan, mazideki büyük tercüme faaliyeti durmuştur.

Arapça medeni insanların kültür hafızasından çıkmaz

Fakat Araplar dil ve şiirlerini hâlâ iyi öğrenirler ve İslamiyet dolayısıyla da Arapça; Hindistan’dan Moritanya’ya, Türk dünyasından Balkanlara kadar dini dil olarak kullanılmaya devam eder. Bu ülkelerin ulusal dillerinde Arapça belirgin ölçüde lugat ve grameri etkilemiştir. Gene Afrika’da kullanılan Svahili gibi dillerde ve Urdu dilinde Arap alfabesi yaygın olarak kullanılırdı.
Roma’nın alfabesi olan Latin alfabesi bu ülkelerin çoğunda kabul edilmekle birlikte, özellikle eski bir İndo-Avrupa dili olan Farsçada ve Urducada kullanılmaya devam ediyor. Hatta Tacikistan’da Rus Kiril alfabesini devlet ısrarla kullanımda tutsa da, okur-yazar tayfa çoktan Arap alfabesine geçti bile.
Medeni insanların kültürel hafızasından Arapçayı çıkarmak mümkün değildir. Yakın kardeşi İbrancadan daha güzel ve kıvrak olduğunu Bernard Lewis gibi alimler bile söylemektedir. Özellikle de Fransızların egemen olduğu Cezayir’de aydın zümre bu dili kaybetse de, gelecekte Mağrip ülkesinin, Arapçanın dirilişini yaşaması kaçınılmazdır.

Türkler bu dili yeterli ve gerekli miktarda ithal etmişlerdir

Fiillerin çekimindeki zenginliği anlamak biz Türklerin kendi dillerindeki özellik dolayısıyla mümkündür. Dolayısıyla yabancı dilden Arapçaya çevrilemeyecek hiçbir kavram yoktur. Doğru ve yaratıcı bir düşüncenin de Arapçada kendini ifade edememesi söz konusu olamaz. Ama bir dilin kendi özelliği onun gelişmesi için yeterli değildir; sahiplerinin bunu kullanması gerekir.
Mensubu olduğumuz İslam dünyası bu dili kullanmıştır. Hatta XIX. yüzyılda Türkler Şanizade ve Cevdet Paşa gibi bilginlerin şahsında geniş bir doğabilim-sosyal bilimler lugatını bu dilde yaratmışlardır. Keşke kendi dilimizde de yaratsalardı.
Bununla birlikte şu kadarını söyleyelim ki Arap dili bize daha çok İranlıların sayesinde girmiştir. Ve Arapçada Türkçe ve Farsça kelimeler nispeten az olmasına, hele Türkçe daha çok günlük dilde ve askerlikte kullanılmasına rağmen Farsça ve Türkçeye Arap dili geniş ölçüde ithal edilmiştir. Dilde sadeleşmede bir sınır olduğunu bu yüzden kabul etmek gerekir. Türkler Arapçayı zevkli ve makul bir biçimde, dillerine yeter ve gerek miktarda ithal etmişlerdir.

Farsçayı ihmal etmeyelim

13-09-2008

.  |  İlber OrtaylıTüm Yazıları »
Farsça bugünkü dünyanın yaygın ve kalabalık dillerindendir. Gerçi Çince gibi 1,5 milyar insan tarafından konuşulmaz ama o dil gibi belirli bir coğrafyaya da kapanıp kalmamıştır. Her ne kadar İngilizce ve İspanyolca gibi yerküreye yayılmasa da, Asya’nın ortalarından Akdeniz’e kadar yayılan, konuşulan eski bir edebi dildir. Bugünün Rusçası gibi kalabalık bir halk topluluğu tarafından konuşulan ve başka milletlerle de anlaşma aracı olan bir dil değildir ama milletlerin hayatına ve kimliğine girmiştir.

Türk milleti için çok önemli bir kaynak
Bu eski dilin yazıya geçişi 3 bin yıla yaklaşır. Bugünkü Farsçanın klasik biçimi ise 12 asır önce tamamlanmıştır. Yani herhangi bir okumuş İranlı 900’lerde yazılan bir şiiri terennüm eder ve 1200 yıl önceki atalarıyla bir araya gelebilse rahatça konuşur ve yazışır. Bu vasfa bugün edebiyat ve diliyle övünen birçok kavim sahip değildir.
Ahamenişler hanedanının yönettiği Balkanlar’dan Hindistan’a, Ukrayna’dan Mısır’a ve Yemen’e kadar uzanan dünyanın yazıştığı ortak dil Farsçaydı ve bugünkü Farsçanın atası olan bu dil çivi yazısı ile yazılırdı. Roma İmparatorluğu’nun çağdaşı Partlar ve sonraki Sasaniler İran’da aynı dilin arkaik formunu kullanırdı. Bu özgün yazıyla yazılıp konuşulan dile “Pahlevi” deniyor ki dünyamızın edebi, idari, dini bir dilidir. Ve bilhassa Türk milletinin tarihi için çok önemli bir kaynaktır.
İran’ın eski efsaneleri ve metinleri bugüne kadar uzun tarihi yolculuğunu rahatça yapmıştır. Büyük şair Firdevsi veya Fars deyişiyle Firdosi, ölümsüz “Şehname”sinin binlerce beytini edipler ve şairlerin eserleri kadar, çarşıdaki esnaf ve dağdaki çobanlardan da derlemiştir. Arap fethiyle kaybolacak eski dil ve edebiyatı yeniden diriltmek kendisinden evvelki Dakuki gibi şairlerin başaramadığı, sadece onun İran’a yaptığı bir hizmettir.
“Bisîy renc bordem der in sal-ı sî / Acem zindekerdem bedin Parsî (Otuz yılda çok zahmet çektim / Acemi böylece bu Fars dilinden yarattım)”.

Belli ki güzellikten anlayan bir kavmin işi
İslamlaşma döneminde Arapça, Farsçanın içine girdi ama bu dili konuşup yazanlar kendi özgün üsluplarıyla o lügatte değişiklikler yaptılar; asıl ilginci Arap alfabesini de kendilerine göre ıslah ettiler. Asırlarca kullandığımız Arap alfabesi İran’ın tezgahında işlenen türdür, Arapça kelime haznemiz de Farsçadan geçmiştir. Fars şiiri ecdadımızın benimsediği, uyguladığı bir zenginliktir, Türk şiirine bir müzikalite kazandırmıştır. Bu utanılacak bir durum değildir. Güzellikten anlayan bir kavmin uygulaması olduğu açıktır.
Farsça İndo-Avrupa dediğimiz dil grubunun en önde gelen seçkin örneğidir; gerçi bu dilde diğer İndo-Avrupa dillerde görülen erkek-dişi ayrımı ve harfi tarif yoktur ama mesela İngilizce bile hemen hemen bu durumdadır. Dilin yakın komşuları İran’daki Lurca Beluci ve Luci Pakistan’daki Urduca, Kürtçe, Ermenice ve Osetçedir.
Türklerin Farsça ile ilişkisi İslamiyetten önce başlamıştır. İslami devirlerde özellikle de Türk kavminin İran’daki serencamı esnasında geniş ölçüde benimsenmiştir. Ne var ki, İran’daki Selçuklular ve Afganistan’daki Gazne hakimiyeti esnasında Fars dili sarayda ve idarede kullanıldığı halde orduya katiyen girememiştir. Bu nedenle askerlik Türk dilinin tarih boyunca geliştiği alan olmuştur. Başarılı bir mareşal olan Gazneli Sultan Mahmut Farsça pek bilmezdi, Firdevsi’nin kendisine takdim ettiği “Şehnamesi”ni anlayacak durumda değildi.
Farsça bugün İran’da, Afganistan’da ve Tacikistan’da konuşulan ve yazılan resmi dildir. Gerçi bu ülkelerden önemli miktarda Türk dili konuşan, Arapça konuşan, hatta İran’daki gibi Aramca konuşan Suryani Hırıstiyanlar ve Ermenice konuşan Ermeniler vardır; ne var ki Fars dilini bu azınlıklar ve halk gruplarının aydınları da en azından İranlılar kadar benimsemiştir.

Modern okullarda öğretilirdi
Bundan başka Farsça Buhara ve Semerkant gibi Orta Asya kentlerinde konuşulan ve bilinen bir dildir. Basra Körfezi’ndeki Bahreyn adasında Farsça, Arapça kadar rahatça kullanılan bir dildir. Farsça yaygın coğrafyada ölmeyen bir edebi dildir ve fakir-zengin, esnaf-öğretmen, çırak-öğrenci onun sahibi olan her sınıftan insan o dili edebiyatı ile iyi bilir. Bu durum dünyada İranlılara ve sadece Fars kültürüne uygun bir özelliktir denebilir.
Farsça Türkiye’de 19’uncu yüzyılda dahi başta saray okulu Enderun olmak üzere, hatta Galatasaray ve Mülkiye gibi modern okullarda öğrenilirdi. Sicil-i Ahval dosyalarına baktığımız zaman Osmanlı memurlarının önemli bir kısmının bu dille tanışık olduğu görülür. Mevlevi tarikatı ve Rufailerin içinde Fars dilinin uzmanları vardır. Hafız ve Mevlana şerhlerinin en esaslıları Osmanlı toplumunda yapılmıştır.
Zamanımıza doğru dahi bu dilin beynelmilel uzmanları vardı. Başta Necati Lugal sonra Ahmet Ateş, sonra daha genç kuşaktan Tahsin Yazıcı, Adnan Sadık Erzi, Meliha Anbarcıoğlu hoca bunlardandır. Gerçi aksi söylenir ama medreseliler bile bu dile hayran olmuştur. Ünlü Ahmet Cevdet Paşa Farsçayı iyi bilen medreselilerdendir.
Türk toplumu bugün bu alanı ihmal ediyor. Oysa İran kültürü dediğimiz zaman bu adı bile daha çok İran’daki hakimiyetimiz sırasında biz onlar için kullandık. Türk kavmi için ta ilk çağdan bugüne kadar çok önemlidir. Dilimizin ve kültürümüzün önemli kısmını İransız anlayamayız.

Latincenin ölüsü de canlısı kadar çekici

09-08-2008

.  |  İlber OrtaylıTüm Yazıları »
Latince 2 bin 700 yıl önce bugünkü İtalya yarımadasında sadece konuşulan değil, bir ölçüde kayıtlara geçen bir dildi. Aşağı yukarı miladın 5’inci asrından sonra ise Latincenin artık bir halkın günlük dili olarak konuşulduğunu söylemek çok zordur. Ama okumuş insanların ortak konuşma ve anlaşma dili bütün Avrupa milletlerinin edebiyat ve bilimde kullandıkları dildi.
Asıl önemlisi, uzun asırlar boyu devletin ve hukukun dili oldu. Arapça dışında hiçbir dil beşeriyetin hukuki düşüncesini Latince kadar ifade edemez, işin ilginci Arapçayı kullanan İslam hukukunda Latinlerin hukuk dili ile ilginç muhakeme yürütme ve terminoloji birlikleri vardır.
Latince doğduğu İtalya’da, kendiyle hiçbir alakası olmayan dillerle de bir arada yaşadı. Mesela Etrüsklerin dili Latincenin mensup olduğu Hint-Avrupa dilleriyle alakasızdı. Zamanla Roma’nın fethedip ilerlediği Apenin Dağları’nın kuzeyindeki Avrupa’da en geniş olarak konuşulan Keltlerin dili de böyleydi.
Az kalsın Roma’yı tarihten silecek derecede ilerleyen Hannibal’in Kartaca’sı ise Sami bir dil konuşuyordu. Kartacalılar Fenikeliydi ve bugünkü kardeşleri de Malta’da yaşıyor.
Roma MÖ 2’nci asırda Apeninler’in kuzeyine sızdı. Birinci asırda Atlantik kıyılarındaydı, müteakiben İngiltere’ye çıktı. Bütün bu dünyadaki Kelt ve onlarla alakasız dilleri konuşan Germen kabileler, Romalılar ve onların Latinceleri sayesinde uygar dünyaya ve beşer tarihine takdim edildiler.
Konuştukları dillerin yüklü miktarda Latince kelime ve deyim almaması kaçınılmazdı. Felsefi, ilmi ve hukuki faaliyetlere giriştikleri, şiir yazdıkları zamansa düpedüz Latince kullandılar. 1000 seneye yakın zaman birtakım garip deyimler ve uydurmalarla yazdıkları bu Latince, “Latina vulgata-avami Latince” adını taşır.
Ne var ki, Rönesans’ın parlak İtalya’sının ilk başarılarından biri; Petrarca gibi öncülerin klasik Roma dünyasının metinlerini, şair ve yazarlarını inceleyip eski dünyaya nüfuz etmeleri ve klasik Latinceyi yeniden inşa edip o alemle kaynaşmalarıdır.

Yunancaya boşuna direniş
Latince İtalya yarımadasında, güney kıyılarında ve Sicilya’daki Yunanca ile onlara direnen bugünkü Arnavutların uzak akrabaları Messapilerin diliyle komşuydu. Aniden büyüyen imparatorluk İtalya yarımadası ve Sicilya’da Latincenin yoğun olarak kullanılması; Kuzey Afrika’daki Leptis Manga’da (bugün Libya’da), İberik yarımadasında bugünkü Cordoba’da, Orta Avrupa ve Balkanlar’da kurulan bazı kolonilerde, yurdumuz Küçük Asya’nın Efes, Antakya gibi merkezlerinde bazı cemaat gruplarında Latincenin bir ölçüde yayılmasına ve kullanılmasına neden oldu.
Ama Roma’nın Helenizm devrini yenmesi doğrusu mümkün değildi, zaten öyle bir niyeti de yoktu. Akdeniz’in doğusunda Yunanca bütün gücüyle yaşadı.
6’ncı asırda Doğu Roma’nın büyük imparatoru Justiyanus -ki anadilinin Latince olduğu açıktır- Yunancaya karşı boşuna direndi. Roma hukukunun dili Latince olarak kaldı. Ama Yunanca Doğu Roma’nın diliydi. Her şeye rağmen Küçük Asya’da Yunanca da Aramca da Kobtça ve Ermenice gibi diller ve birtakım lehçelerle bir arada yaşamak zorundaydı.
Doğu dünyası Latinceyi tanımadı. Sadece normal Doğu Roma okumuşu için değil, bayağı bilgili Doğu Roma alimleri için de Latince mesela “İskit barbarlarının dili” idi. Onu bu uzun asırlarda yaşatan artık o dili konuşmayan ama yazan İtalya Orta ve Batı Avrupa, İspanya ve Britanya oldu. Hıristiyanlaşan barbar kavimler onu edebi, dini ve hukuki dil olarak alıyorlardı.
Ortaçağlar boyunca uyanan milli devlet ve toplumlara rağmen 18’inci yüzyıla kadar üniversitede dersler Latince yapılıyordu. Hatta Prag Üniversitesi’nde Almanca ve Çekçe derslerin yanında Latince de devam ediyordu.
Gelişen Protestanlığa ve milli edebiyatlara rağmen, Almanca konuşulan dünyada da bu özellik 18’inci yüzyıl Aydınlanma dönemine kadar sürdü. Bugün dahi Alman üniversitesinde Latince bir doktora tezi teslim etseniz hiçbirinin reddetme hakkı yoktur. Macaristan krallığı kendisiyle dil olarak hiçbir alakası olmayan Latinceyi sırf Almanca kullanmamak için 1848’e kadar bütün idarede ve yargıda kullandı.

Latincenin büyük etkisi
Latincenin üslup ve tabii sözlük hazinesi Avrupa’nın civarındaki bütün dilleri etkiledi. Aslında bugün Latin dili denilen grubun içinde mesela İtalyanca ve Fransızcanın cümle yapısı olarak Latinceyle yakın ilgisi yoktur. İtalyan öğrenciler çok kötü Latince cümle kurarlar. Ne gariptir, bu grupta Latinceye en yakın olanı Romence ve Portekizcedir.
Ama mesela Hint-Avrupa dilleriyle alakası dahi olmayan Türkçeyi ele alalım; Latince kelime hazneniz iyi ise cümleyi Türkçe düşündüğünüzde birçok İtalyan ve Fransızdan daha doğru Latince yazabilirsiniz. Bunu Hitler Almanya’sının zulmünden kaçıp Ankara Üniversitesi’ne sığınan Klasik Diller Kürsüsü’nün başkanı Georg Rohde söylemiştir.
Gerçekten de Latince bir imparatorluğun diliydi. Üniversal imparatorluğun kurumlarıyla birlikte cihanşümul dil de bütün insanlığa miras kaldı ve onu konuşan ana unsurun tarihi ölümüne rağmen bütün milletlerin ortak belleğinde ve bilincinde yaşıyor.
Bugünün dünyası hâlâ Romalıdır. Hukukçularımız Romalı hukukçular gibi düşünüyor. Ticaret o zamanın sistemi üzerine yürüyor ve Latin dilinin eğitimini ve kullanımını terk etmemiz mümkün olmasa da ondan uzaklaştığımız ölçüde tepkiler doğuyor.
Bundan 10 yıl evvelki bir UNESCO konferansında, UNESCO’nun iki çalışma dilini de -Arapça ve Fransızca- bilen binanın kapısındaki Tunusluların; “Burada sadece Latince konuşulsun” diyenlerle dayanışma içinde olduğunu görmüştüm. Amerika’da, yani uygar dünyaya ve Batı’nın kültürel temeline en uzak olan bu camiada, bilimsel toplantı dili olarak Latinceyi ısrarla kullanan gruplar vardır.
Latincenin ölüsü dirisi kadar çekicidir ve eski dünyanın her köşesinde, her ulusun hayatında o kültürün kalıntıları sadece görkemiyle değil, sıcak güzelliği ile de devam etmektedir.

Dildaşlar Birliği

0
  • Kuzey: Fin, Eston
  • Batı: Estonya- Bosna çizgisi, Macar, Muhacir Türkler, Rumeli Türklüğü, Avrupa Birliği
  • Güney: Pakistan, Afganistan, Hindistan(Urdu, Dravit, Tamil)
  • Doğu: Kore, Japon, Moğol, Türkistan

Kuzey Denizi, Adriyatik, Pasifik, Hint Okyanusu

Çin Seddi’ne tabiri yerine Pasifik’e tabiri kullanılarak dildaşlarımız Koreli ve Japonlarla kucaklaşılmalıdır.

SEDDİN ÖTESİNE GEÇİLMELİDİR.

Batı’da Arnavut, Boşnaklar, Makedonlar  gibi, Doğu’da Pasifik’de Koreli, Japon ve Moğollar ile dil ortaklığı bazında işbirliği yapılmalıdır.

Değerlerimiz Avrupa köleliği ile yabancılaşmıştır.

Latin dilleri tabanlı İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ortak kültürüne benzer tarzda Türk dilleri, Japonca, Korece, Balkan dilleri, Macarca, Estonca, Fince, Urduca, Tamilce, Dravit dilleri filolojik çalışmalarla desteklenerek, dil temelli kültürel işbirliği geliştirilmeli, KÜLTÜR BİRLİĞİ’nin önü açılmalıdır.

Asya kavramını gündeme almamız lazım.
Kıta olan Asya’dır.
Asya Vizyonuna ihtiyacımız var.
Avrupa kıta değildir.
Asya’da DİLDAŞ’larımız da var: Türkistan. Doğu Asya (Japonya, Kore, Moğolistan)

2 Kore: Güney Kore, Kuzey Kore
2 Moğolistan: Moğolistan, İç Moğolistan